Martin Scorsese'nin 2013 yapımı "The Wolf of Wall Street", Türkçe adıyla "Para Avcısı" filmi, bir borsa dolandırıcısının yükseliş ve düşüş hikayesini konu edinen filmidir. Film, aynı zamanda modern kapitalizmin, hırsın, hedonizmin ve toplumsal ahlaki çöküşün de sinemasal olarak farklı bir anlatımıdır. Gerçek bir hayat hikayesinden, Jordan Belfort’un aynı adlı otobiyografisinden uyarlanan film; Martin Scorsese'nin dinamik anlatım tarzı, Leonardo DiCaprio’nun olağanüstü performansı ve uç noktalardaki yaşam tarzının da, görsel olarak iyi bir şekilde yansıtılması ile izleyicide keyifli bir etki bırakmıştır. Film, para kazanmanın ne pahasına olursa olsun yüceltildiği bir çağın resmini çizerken, aynı zamanda izleyicisine etik ile başarı arasındaki çizginin de ne denli bıçak sırtı olabileceğini de sorgulatmak istemiştir.
Filmin konusu; genç ve hırslı bir borsacı olan Jordan Belfort’un Wall Street’te işe başlamasıyla başlar. Ancak 1987’deki borsa çöküşüyle işinden olan Jordan, kısa sürede daha kolay para kazanmanın yollarını öğrenir. Kendi aracı kurumunu kurarak özellikle küçük yatırımcılara yönelik hisse senetlerini satarak büyük karlar elde eder. Bu kurumu "Stratton Oakmont" olarak adlandırır ve zamanla bu şirket Wall Street’in yasa dışı, ama bir o kadar da etkili bir devi haline gelir. Belfort, birlikte çalıştığı Donnie Azoff (Jonah Hill) ve ekibiyle milyonlarca doları neredeyse şaka gibi kazanırken; lüks arabalar, malikâneler, uyuşturucu, kadınlar ve uç noktalarda bir yaşam tarzıyla ahlaki tüm değerleri arkasında bırakırlar. Ancak bu yükselişin bir bedeli vardır. FBI ajanı Patrick Denham’ın radarına giren Jordan, her şeyi kaybetmenin eşiğine gelir.
Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Jordan Belfort karakteri, film boyunca izleyiciye hem hayranlık, hem de kızgınlık duygusunu bir arada yaşatan ana karakterdir. Kendisi canlandırdığı karakterle parayı, gücü ve kontrolü bir bağımlılık gibi içselleştirerek rolüne yansıtmıştır. Aynı zamanda izleyiciyle kurduğu doğrudan diyaloglar da onu, karizmatik bir anti kahraman haline getirmiştir. Jonah Hill'in canlandırdığı Donnie Azoff karakteri de Jordan’ın sağ koludur. Gerçek hayattaki karakterin adı farklıdır. Fakat Hill’in canlandırdığı Donnie, filmde yozlaşmanın ve çürümüşlüğün somut karşılığı olduğu için bu isim kullanılmıştır. Özellikle uyuşturucu sahneleri ve absürt tepkileriyle akılda kalmıştır. Margot Robbie'nin canlandırdığı Naomi Lapaglia karakteri de Jordan’ın ikinci eşidir. Filmde Naomi, Jordan’ın dünyasına çekilen ama zamanla, ondan uzaklaşan bir karakter olarak öne çıkmıştır. Margot Robbie’nin bu rolle yıldızı parlamıştır. Onunla olan evlilik, paranın her şeyi satın alamayacağının bir ispatı gibidir. FBI Ajanı Patrick Denham ise filmin vicdanı ve gerçekliği temsil eden bir karakterdir. Belfort'un dünyasına dışarıdan bakan, sade ve kararlı bir yapısı vardır.
"The Wolf of Wall Street", Amerikan kapitalizmini en çıplak haliyle gözler önüne seren bir film olmuştur. Para, güç, şöhret ve haz arzusuyla sınırsızca koşan insanların hem kendilerine hem de çevrelerine nasıl zarar verdiklerini çok yalın bir şekilde anlatmıştır. Jordan Belfort’un çöküşü, sadece bir kişinin değil, tüm bir sistemin ne kadar çürümüş olduğunu yansıtmaktadır. Martin Scorsese, bu hikâyeyi didaktik bir dille değil, aksine izleyiciyi bu aşırılıkların tam ortasına koyarak anlatmayı tercih etmiştir. Bu yüzden filmi izlerken kendinizi kimi zaman kahkaha atarken, kimi zaman da rahatsızlık içinde bulabilirsiniz. Aynı zamanda film, ahlaki çöküş, bağımlılık, maskülen ego, manipülasyon gibi temaları da işlemiştir.
Film genel olarak eleştirmenlerden de büyük övgü almıştır. Leonardo DiCaprio’nun performansı özellikle beğenilmiş ve bu rol ile Altın Küre ödülünü de kazanmıştır. Martin Scorsese’nin yönetmenliği de filmin üç saatlik süresine rağmen tempo kaybetmemesi ve kara mizah yönleriyle de oldukça başarılı bulunmuştur. Sinema dergileri ve eleştirmenler, filmi modern zamanların "Goodfellas"ı olarak tanımlamışlardır. Filmi tabi ki eleştirenler de vardır. Filmin aşırılıkları yönünden bazı kesimler filmi bu yüzden eleştirmişlerdir. Özellikle uyuşturucu kullanımı, cinsellik ve kadına yönelik cinsiyetçi bakış açısı, filme "ahlaki sınırları bulanıklaştırmak" suçlamaları yöneltmişlerdir. Jordan Belfort’un gerçek hayatta hâlâ özgür olması ve motivasyon konuşmalarıyla para kazanması, “film onu övüyor mu yoksa eleştiriyor mu?” sorusunu da gündeme getirmiştir. Aslında Jordan’ın “kazanmak için her şey mubahtır” anlayışı, bireyci kapitalist kültürün adeta özetidir. Film, bir sistem eleştirisi yapmakla birlikte izleyiciyi de bu sistemin çekiciliğiyle yüzleştirmiştir.
Sonuç olarak film, yalnızca bir adamın aç gözlülüğünü ve sınır tanımamasını değil, tüm bir düzenin çürümüşlüğünü anlatıyor. Martin Scorsese, bu filmde hem eski filmlerindeki tarzını koruyor hem de daha modern bir dile geçiyor. Jordan Belfort’un çöküşüyle birlikte bizler de şunu sorguluyoruz: Bu sistemin kazananı kim, kaybedeni kim? Ayrıca yönetmen, klasik anlatının dışına çıkarak seyircisini yargıç yapmadan bir anlatım dili yaratıyor. Bizi bir süreliğine o dünyaya sokuyor, büyüsüne kapılmamıza izin veriyor, sonra da filmin sonlarına doğru, elimizden tutup bizi gerçekle yüzleştiriyor. Belki de filmin en büyük başarısı, bu çelişkiyi seyircinin kendi içinde yaşatabilmesidir. Filmi izlememiş olanlar için izlemelerini mutlaka tavsiye ederim iyi seyirler...