Martin Scorsese, gangster ve mafya filmlerinin en önemli ustalarından biri olarak sinema tarihine çoktan adını yazdırmış bir yönetmendir. “Goodfellas”, “Casino” ve “The Departed” gibi filmlerle mafya dünyasının iç yüzünü anlatan Martin Scorsese, 2019 yapımı The Irishman ile bu türe bir kez daha, ama bu kez çok daha hüzünlü, çok daha sade bir şekilde değinerek dönüyor. 3 saat 29 dakikalık bu film, hem bir mafya hikayesini, hem de aynı zamanda bir zamanın, bir yaşamın ve bir dönemin muhasebesini perdeye yansıtıyor.

Film, gerçek bir kişinin hayatına dayanıyor. Frank Sheeran, II. Dünya Savaşına katılmış olan ve savaştan döndükten sonra kamyon şoförlüğü yaparken, kısa sürede suç dünyasının içine giren bir karakterdir. Mafya patronu Russell Bufalino’nun dikkatini çeken Frank, onun sayesinde yeraltı dünyasına adım atar. Yeteneği ve sadakatiyle yükselir ve özellikle ABD'nin ünlü sendika lideri Jimmy Hoffa’nın korumalığını ve sağ kolu görevine getirilir. Hikaye, Frank’in yaşlılık günlerinde bir bakımevinde yalnız başına oturup geçmişini hatırlamasıyla anlatılır. Yıllar içinde işlenen cinayetler, arkadaşlıklar, ihanetler ve en acısı, kendisinin de bir noktada anlamaya başladığı kişisel pişmanlıkları birer birer gün yüzüne çıkar.

Robert De Niro’nun canlandırdığı Frank Sheeran karakteri filmin ana karakteridir. Sessiz, disiplinli ve görevini sorgulamadan yerine getiren bir tetikçidir. Robert De Niro’nun içine kapanık ama duygusal yükü yüksek performansı, Frank karakterine farklı bir tarz katmıştır. Yaşlılıkta duyduğu pişmanlık, karakterin ve filmin esas trajedisini oluşturmuştur. Joe Pesci'nin canlandırdığı Russell Bufalino karakteri ise; mafya patronu olarak, Frank’in ve birçok kişinin akıl hocasıdır. Joe Pesci bu rolüyle klasik öfkeli gangster tipinden uzaklaşıp daha sakin, ama bir o kadar da tehditkâr bir karakteri canlandırmıştır. Üçüncü en önemli karakter olan Al Pacino'nun canlandırdığı Jimmy Hoffa’da sendika lideri olarak, aslında giyimi kuşamıyla, hareketleriyle gösterişli bir karakterdir. Bu karakter karizmatik, inatçı ve güç düşkünü olarak da tanımlanabilir. Al Pacino’nun enerjik performansı, filmin dinamik sahnelerini oluşturmuştur denilebilir.

“The Irishman” filmi, Martin Scorsese’nin diğer gangster filmleri gibi güç, ihanet, sadakat ve suç üzerine kuruludur. Ama bu kez bakış açısı biraz farklıdır. Suçun büyüleyici cazibesine çok yönelmeden ve bunun yerine yaşlanma, yalnızlık ve vicdan azabı gibi bir işleyişi tercih eden bir yapısı vardır. Frank, her şeyi kaybettikten sonra bile sessizce yaşamaya devam eder. Film, bir yandan da baba-kız ilişkisi üzerinden duygusal bir zemine de oturuyor. Frank’in hayatı boyunca kızıyla olan uzak ve donuk ilişkisi, aslında yaptığı tüm seçimlerin en acı sonucu gibi. Kızının her şeyi bilip, yeri geldiğinde de hissetmesi sessiz yargılayıcı bakışlarıyla, bazen Frank için en sert mahkeme kararlarından daha sarsıcı bir durum haline geliyor.

Eleştirmenler, The Irishman’i genel olarak başarılı bir sinema eseri olarak nitelendirmişlerdir. Film, 2020 Oscar Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo dahil 10 dalda aday gösterilmiş, ancak hiçbir ödül kazanamamıştır. Bu durum bazı çevrelerde şaşkınlık yaratırken, film yine de yılın en etkileyici yapımlarından biri olarak hafızalara kazınmıştır. Netflix’in finanse ettiği film de, büyük bütçesi ve sinema salonlarında sınırlı gösterimi nedeniyle de klasik dağıtım modeli açısından da farklı bir uygulamaya gidilmiştir. Bu açıdan da film, hem içeriksel olarak hem de endüstriyel anlamda farklı bir yerdedir.

Filmin en çok konuşulan yönlerinden biriside teknik yönüdür. Dijital gençleştirme teknolojisi kullanılarak Robeet De Niro, Al Pacino ve Joe Pesci gibi oyuncular, 30’lu yaşlarından 80’li yaşlarına kadar aynı rolde kendileri yer almışlar ve farklı yaşlarda canlandırılmışlardır. Her ne kadar bazı sahnelerde bu teknoloji eleştirilmiş olsa da, genel olarak “zamansızlık” hissini yaratma konusunda oldukça başarılı bulunmuştur.

Özetle film, Martin Scorsese’nin sadece bir gangster ve mafya filmi olarak değil, aynı zamanda yaşlılığı, geçmişle hesaplaşmayı ve pişmanlıkları derinlemesine işlediği bir filmidir. Karakterlerin giderek yalnızlaştığı, birer birer öldüğü ya da unutulduğu bu hikaye, aslında bir tür ruhsal sorgulamanın da yapıldığı bir filmdir diyebiliriz. Frank Sheeran’ın huzurevinde geçen son sahneleri, tüm hayatını suçla geçirmiş bir adamın ne için yaşadığını sorgulamasına neden olur. Ne ailesi, ne dostları, ne de parası kalmıştır. Geride sadece açık bırakılmış bir kapı vardır. Belki de affedilme umuduna açılan bir kapı…İyi seyirler…