1993’te vizyona giren “The Age of Innocence” Türkçe adı ile “Masumiyet Çağı” filmi, yönetmen Martin Scorsese’nin filmografisinde bambaşka bir yere sahiptir. Bu kez silahların, kanlı hesaplaşmaların ve yüksek tansiyonlu sahnelerinin yerini, 19. yüzyıl New York sosyetesinin görkemli balo salonları, ipek kumaşlarla süslenmiş elbiseleri ve altın yaldızlı şaşalı hayatları almıştır. İlk bakışta Martin Scorsese için şaşırtıcı bir tercih gibi görünse de, aslında bu film onun sinemasının özünü oluşturan temalara derinlemesine bağlıdır. Yüzeyde bir dönem melodramı gibi görünse de film, aslında yönetmenin alışıldık temalarını; gücü, toplum baskısını, bireysel arzularla sosyal normlar arasındaki çatışmayı, farklı bir bağlamda yeniden işlemiştir. Filmin oyuncu kadrosunda; Daniel Day-Lewis, Michelle Pfeiffer, Winona Ryder, Miriam Margolyes, Geraldine Chaplin, Michael Gough, Richard E. Grant, Mary Beth Hurt ve
Robert Sean Leonard gibi oyuncular rol almışlardır.
Film, 1870’lerin New York sosyetesinde geçmektedir. Hikayenin merkezinde, Daniel Day-Lewis’in canlandırdığı avukat rolünde Newland Archer vardır. Archer, toplum kurallarına bağlı, saygın ve gelecek vadeden bir adamdır. Onun nişanlısı May Welland ise (Winona Ryder), masum, saf ve aristokrat kurallara sıkı sıkıya bağlı genç bir kadındır. Archer, May ile güvenli ve toplumsal açıdan mükemmel görünen bir evliliğe doğru ilerlerken, May’in kuzeni Kontes Ellen Olenska (Michelle Pfeiffer) ortaya çıkar. Ellen, Avrupa’da mutsuz bir evlilik yaşamış, kocasını terk etmiş ve New York’a dönmüştür. Archer, Ellen’in özgür ruhundan, cesaretinden ve toplumsal kuralları reddedişinden etkilenir. İkilinin arasında yoğun bir duygusal çekim başlar; fakat Archer, toplumun beklentileri ve kendi iç çelişkileri arasında sıkışıp kalır. İşte filmde de aslında bir anlamda, Archer’ın vicdanı ile arzuları arasında süren bu içsel mücadelenin hikayesine odaklanılmıştır. Dışarıdan bakıldığında görkemli balolar, lüks evler ve görgü kurallarıyla bezeli bir yaşayış görülürken, içeride büyük bir bastırılmışlık, duyulamayan duygular ve dile getirilemeyen tutkularla mücadele vardır.
Daniel Day-Lewis'in canlandırdığı Newland Archer karakteri hem geleneklere bağlı hem de özgürlüğe özlem duyan bir karakterdir. Day-Lewis’in başarılı oyunculuğu, Archer’ın çatışmalı ruhunu büyük bir incelikle izleyiciye yansıtabilmiştir. Diğer başrol karakteri olan Ellen Olenska'yı ise Michelle Pfeiffer canlandırmıştır. Filmin en trajedik karakteridir. Özgürlüğe duyduğu özlem, onun toplum tarafından dışlanmasına neden olmaktadır. Ellen Olenska, zarif ama aynı zamanda cesur bir kadındır. Üçüncü önemli karakter olan, May Welland (Winona Ryder) karakteri de masumiyetin, saflığın ve toplumsal uyumun filmdeki temsilcisi gibidir. İlk bakışta saf ve naif gibi görünse de aslında toplumun değerlerini Archer’dan çok daha iyi kavrayan, stratejik bir karakterdir. Göründüğünden çok daha hesaplı ve düzenin koruyucusu konumundadır.
1870’lerin New York sosyetesi, görünürde nezaket ve zarafetle doludur; ama aslında bireylerin hayatını kontrol eden görünmez zincirlerle örülmüştür. Filmde de ana tema olarak aslında, kişisel arzuların toplum baskısı altında nasıl bastırıldığı gösterilmek istenmiştir. Archer ve Ellen arasındaki ilişki, bireysel özgürlük ile geleneksel normların çarpıştığı bir alan gibidir. Yönetmen Martin Scorsese, gangster filmlerinde olduğu gibi burada da bir topluluk içindeki kuralların bireyi nasıl baskıladığını göstermiştir. Yani mekan değişmiştir ama temel mesele yine aynıdır onlarda; güç, kurallar ve özgürlüğün sınırlarıdır.
Birçok eleştirmen, filmin görsel ihtişamını, kostüm tasarımlarını ve sanat yönetimi başarılı bulmuşlardır. Oyunculuklar yönünden, özellikle Daniel Day-Lewis ve Michelle Pfeiffer'ın performansları da başarılı bulunmuştur. Bazıları ise filmin fazla yavaş ilerlediğini, Martin Scorsese’nin şiddetli ve enerjik tarzının bu tür bir melodram için ağır geldiğini düşünmüşlerdir. Ancak zamanla film, Martin Scorsese’nin en incelikli işlerinden biri olarak yeniden değerlendirilmiştir.
The Age of Innocence, Martin Scorsese’nin diğer filmlerinin arasında belki de en zarif ve izleyen çoğu izleyicinin de kolay bağlantı kurabildiği işlerinden birisidir. Archer’ın trajedisi, aslında hepimizin hayatında bir şekilde karşılaştığı seçimlerin dramatik bir yansımasıdır da denilebilir. Yönetmen Martin Scorsese, gangster dünyasından uzaklaşıp aristokrat salonlara girmiş olsa da, aslında hep aynı soruyu sormaktadır: Birey, toplumun dayattığı kurallar karşısında kendi duygularına sadık kalabilir mi? Sorusu izleyiciye verilmek istenen önemli bir mesajdır aslında. Özetle filme dışarıdan bakıldığında süslü bir dönem filmi gibi görünebilir, ama içinde arzularını bastırmak zorunda kalan insanların trajedisini, toplumsal kuralların acımasızlığını ve “masumiyet” maskesi altındaki acı gerçekleri gösteren bir filmdir. İyi seyirler…