Kibir, haset ve tevazu çoğu kez duyduğumuz kelimeler. Fakat nedense üzerine az düşündüğümüz kelimeler. Birbirine zıt kelimeler olsa da hayatımızda da bazı insanların karakterlerinde rastlayabileceğimiz kelimeler… 

Bu üç kelimeyi kullanmışken insanın ‘geldiği yeri bilmesi’ ya da ‘geldiği yeri unutmaması’ hususunda da konuşmak gerekiyor. Hayatımız boyunca çeşitli başarılar elde edebiliyoruz, başarılarımızdan dolayı ödüllendirilebiliyoruz da. Fakat çoğu insanda bu durum kişinin ego problemi yaşamasına neden olabiliyor. Çünkü az önce bahsettiğim gibi nereden geldiğimizi ya da esasında kim olduğumuzu unutmamıza neden olabiliyor. 
Halbuki hayatta aldığımız başarılar ya da sahip olduğumuz mevki insanları hor görmekten ziyade onlarla aynı pencereden bakmayı da sağlamalıdır. Zira bu tür başarılar ya da mevkiler gelip geçicidir, baki olan erdemli insan olarak yaşayabilmektir. Birazdan okuyacağınız öykü ise tam da bununla ilgili. Sahip olunan mevkiinin insanı nasıl değiştirmediğiyle alakalı... 

“Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli, en zarif mücevherler, birbirinden değerli taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Haset ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular içinde, özelikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün saraylının biri diğer bir saraylıya Sultanın duyacağı bir sesle, şöyle seslenmiş: “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Aslında her gün gidiyor; hatta izinli günlerinde bile gidip orada saatlerce kalıyor. Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim” Sultan kulaklarına inanamamış. “işin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş. Hazine dairesine gidip Ayaz’ı gözlemek üzere duvara küçük bir delik yaptırıp, Ayaz’ın gelmesini beklemiş. Derken Ayaz gelmiş. Sultan kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Köle Ayaz, sandığın önünde diz çökmüş, kapağı usulca kaldırmış ve içinden bir bohça çıkarmış. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonrada açmış. İçinden köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise çıkarmış. Saraylı giysilerini çıkarıp bu elbiseyi giymiş ve sonra aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine: “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş. “Bir Hiçtin sen… Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultanın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. İşte Ayaz, şimdi buradasın, ama asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!” demiş ve sandığı kapatmış, kilitlemiş, sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultanla yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayazın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki konuşmakta güçlük çekmiş. “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi kalbimin hazinedarısın. Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiğini ders verdin” demiş. 
Hikâyede de görüldüğü üzere çok yüksek bir mevkide de olsak gün boyu kendimize nereden geldiğimizi, kim olduğumuzu, zenginliğin büyüsüne kapılmamamız gerektiğini tekrarlamalıyız. Tekrarlamalıyız ki egomuzun bizi yiyip, bitirmesine fırsat vermeyelim…