Geçtiğimiz hafta sizlere; Ankara'nın tarihi ve kültürel mirasını konu alan, 'Türkiye'nin Kalbi Ankara' adlı belgesel filmini anlatmıştım. Bu konuyu araştırırken kamera arkası sayılabilecek, güzel bir hikayeye de denk geldim. Bu hafta da sizlere bu hikayeyi anlatmak istiyorum. Fakat bu hikayeye başlamadan önce, filmin kısa bir hatırlatmasını tekrar yapmak istiyorum.

Film; 1933 yılında Atatürk'ün daveti ile Ankara'ya gelen, ünlü Rus yönetmen Sergey Yutkeviç ve Lev Oskaroviç'in çektikleri 135 dakikalık, belgesel bir filmdir. Film altı kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda; Ankara'nın eski hali görüntüleri, ikinci kısımda; Türkiye Cumhuriyeti'nin onuncu yıl dönümü dolayısıyla memleketimize gelen General Voroşilov ve Sovyet Heyeti'nin Ankara'daki temaslarının görüntüleri, üçüncü kısımda; (özellikle filmin asıl konusunu bu bölüm oluşturur.) Onuncu yıl kutlamalarını izlemek üzere köyünden gelen, Ahmet Ağa isimli yaşlı bir köylüye, Ankara'yı gezdiren izci kızın hikayesi anlatılır. Dördüncü kısımda; Ankara'nın o günkü hali, yani ilk on yılda gösterdiği gelişmeler anlatılır. Beşinci kısımda; Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku vardır. Altıncı kısımda ise; Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla ile düzenlenen, resmi geçit töreni ve o coşku vurgulanmıştır. İşte hikayede tam, Cumhuriyet'in onuncu yıl kutlamaları sırasında gerçekleşiyor.

1977 yılında, Moskova Film Festivali'ne Türkiye’den, yönetmen Zeki Ökten ve yapımcı Arif Keskiner 'Kapıcılar Kralı' adlı film ile katılırlar. Ülkemizden giden sinemacılara bir davet verilir. Bu davette, Moskova Sinema Bakanı da ev sahipliği yapmaktadır. Birazdan, Türk sinemacılara başka bir konuk tanıtılır. Bu konuk Türkiye'nin Kalbi Ankara' filminin yönetmeni; Sergey Yutkeviç'dir. Bakan onu "Sinemamızın en eskilerinden, hem yönetmen, hem kameramandır" diyerek tanıtmıştır. Yutkeviç, çekimler sırasında gerçekleşen ilginç bir olayı, Türk heyetine anlatmaya başlar;

“1933 yılında Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamaları için Sovyet sinemacı grubu olarak yoldaş Voroşilov’la birlikte katılmıştık. Ben grubun kameramanıydım. Ankara Hipodromu’nda tören başladı. Tören yerinde kamerayı koyacağım yeri belirledim. Dünyanın dört bir yanından gelen filmciler var. Almanı, Amerikalısı, İngilizi, İtalyanı. Ellerinde son model kameralar… Bizimki gibi değil. Bilirsiniz biz Ruslar biraz kabayızdır. Kameralarımız ve kamera kablolarımız, mikrofonlarımız da kabadır… Diğer ülkelerden gelenlerin ekipmanlarını görünce komplekse kapılıyorum. Kameralarımızı Kemal Paşa’nın konuşacağı tribünün karşısına yan yana kuruyoruz. Sonra makineye bağlı parmak kalınlığındaki kabloyu kürsüye çekiyorum; utanarak. Öbür kameramanlar gülerek küçümseyerek bakıyorlar bana. Gerçekten acınacak haldeyim. Ezildikçe eziliyorum. Bir süre sonra bütün konuklar gelip yerlerini alıyorlar. Bir süre sonra sağ tarafımızdan üstü açık bir otomobille Atatürk giriyor hipodroma. Vizörü gözüme dayayıp kamerayı çalıştırıyorum. Atatürk’ün otomobili önümüzden geçerken çevremde bağrışmalar, koşuşturmalar oluyor. Neler olduğunu öğrenmek için meraktan ölüyorum.  Fakat gözümü vizörden ayıramıyorum. Atatürk otomobilden inip kürsüye yürüyor. Ben kamera ile takip ediyorum. Kürsüye gelip konuşmaya başlayınca kamerayı sabitleyip gözümü vizörden ayırıyorum. Sonra müthiş bir şaşkınlık yaşıyorum. Benimle birlikte çekim yapan tüm kameraların kablolarının, üzerinden Atatürk’ün otomobili geçince, parçalanmış olduklarını görüyorum.  Ve bizim Rus kabalığı ilk kez işe yarıyor o gün. O bizim kaba bir parmak kalınlığındaki kablolar parçalanmıyor.”

İşte bizim bugün izlediğimiz, Atatürk’ün onuncu yıl konuşmasının görüntülerini, sadece Yutkeviç çekebilmiştir. Diğer ülkelerden gelen gazeteciler ve haberciler, konuşmayı ve töreni artık sadece izlerken, biz bugün; Yutkeviç sayesinde o günlere canlı tanıklık edebiliyoruz.