Sinemanın ilk yılları, teknik olarak ses kullanmanın mümkün olmadığı sadece görüntülerin hüküm sürdüğü bir dönemdir. “Sessiz sinema” olarak adlandırılan bu dönem, yaklaşık 1895’ten 1927’ye kadar sürmüştür. Bu dönem sinema sanatının temellerinin atıldığı, estetik biçimlerin ve aslında yönetmenlerin, söz de olmadığı için çeşitli anlatım araçlarını da geliştirmek zorunda kaldıkları yaratıcı bir çağ olmuştur. Duyguların, mizahın, dramın ve insan davranışlarının eksiksiz biçimde yansıtıldığı bu dönem, sinemanın icadıyla eş zamanlı olarak başlamıştır. 1895 yılında Lumiere Kardeşler'in Paris’te gösterimini yaptığı L'Arrivee d'un train en gare de La Ciotat (Bir Trenin Gara Gelişi) adlı kısa filmi, sinema tarihinin dönüm noktalarından biridir. Hatta sinema tarihinin başlangıcıdır diyebiliriz. Bu kısa film, elli saniye sürmesine rağmen izleyicileri büyülemiş, sinemanın potansiyelini ortaya koymuştur.
Bu ilk dönem, kısa ve genellikle tek planlı filmlerden oluşmuştur. O dönemde sinema bir eğlence aracı olarak görülse de aynı zamanda teknolojik bir mucize olarak da kabul edilmiştir. Tam bu noktada önemli bir kişiden de bahsetmek gerekir. Kendisi aynı zamanda sihirbaz, aktör ve film yapımcısı olan George Melies'in sinemaya getirdiği sihirli ve teatral yaklaşımlar, sinemanın anlatım gücünün sınırlarını zorlayarak Le Voyage dans la Lune (Aya Seyahat, 1902) gibi yapımlarla fantastik tarzda filmlerin temellerini de atmıştır.
1910’lu yıllar, sessiz sinemanın kısa skeçlerden uzun anlatılara evrildiği bir dönemdir. Bu yıllarda D.W. Griffith gibi yönetmenler, sinema diline yeni boyutlar kazandırmıştır. Griffith’in The Birth of a Nation (1915) ve Intolerance (1916) adlı filmleri, çapraz kurgu, yakın plan ve dramatik yapı gibi sinematografik tekniklerin ilk kez ustalıkla kullanıldığı örneklerdendir. bu dönemde ses kaydı teknolojisi olmadığı için diyaloglar, ara yazılarla verilirdi. Filmler canlı müzik eşliğinde gösterilerek, büyük salonlarda o filmlere orkestralar eşlik ederdi. Bazen sahne kenarında bir anlatıcı da film boyunca olayları açıklayan anlatımlar yapardı. Özellikle Japonya’da bu gelenek oldukça gelişmiştir. Ayrıca bu dönemde sinema, yalnızca bir eğlence biçimi değil, aynı zamanda bir sanat dalı ve anlatı biçimi olarak yeni yeni kabul edilmeye başlanmıştır. Kadraj, ışık-gölge oyunları, montajın ritmi ve oyunculuk gibi unsurlar daha bilinçli kullanılmaya başlanmış; yönetmenlik kavramı sanatsal bir kimlik kazanmıştır. Oyunculuktan bahsetmişken geçen haftalardaki yazımın konusu olan Charlie Chaplin gibi yıldız oyuncuların önemi, sessiz sinema döneminde oldukça büyüktür. Dönemin ikonlarından biri olan Charlie Chaplin, yalnızca komedi değil, aynı zamanda sınıf farklılıkları, yoksulluk ve insanlık üzerine filmler çekerek sessiz sinemaya felsefi ve toplumsal bir derinlik de kazandırmıştır. The Kid (1921), The Gold Rush (1925) ve City Lights (1931) gibi yapımlar, onun etkin anlatım gücünü ve evrensel dilini gözler önüne sermiştir. Buster Keaton, Harold Lloyd, Mary Pickford, Douglas Fairbanks gibi oyuncular da sessiz sinemanın yıldızları arasında yer almışlardır. Bu dönemde oyunculuk, mimik ve beden diline dayandığı için abartılı ama etkileyici bir performans biçimi ortaya çıkmıştır. Kamera karşısındaki jestler ve mimikler sessizliğin içindeki en gürültülü anlatım biçimidir neredeyse. Öte yandan bu teknolojik olarak sesin henüz kullanılamayışındaki kısıtlılık, yönetmenleri daha yaratıcı çözümler bulmaya yöneltmiştir. Bu da görsel anlatımın gücünü, daha etkin kullanarak sinemanın evrensel bir dil yaratmasına olanak sağlamıştır. Işık kullanımı, kamera hareketleri, kurgu ritmi gibi unsurlar; yönetmenlerin kendilerini ifade etmeleri için temel araçlara dönüşmüştür.
Bu arada sessiz sinema sadece Amerika ve Hollywood'la sınırlı değildir. Amerika’da Hollywood’un yükselişi sürerken, Avrupa’da da sessiz sinema sanatsal biçimlerle evrim geçirmiştir. Özellikle Almanya’da 1920’lerde ortaya çıkan dışavurumculuk akımı, sinemada psikolojik derinliği görselleştirmenin yollarını açmıştır. Robert Wiene’in Das Cabinet des Dr. Caligari (1920) adlı filmi, çarpık dekorları, karakterize oyunculuğu ve atmosferiyle bu akımın en belirgin örneklerindendir. Öte yandan Sovyetler Birliği’nde yönetmen Sergei Eisenstein’ın geliştirdiği kurgu kuramları da sinema dilini tamamen değiştirmiştir. Bu değişimin en büyük örneği; Potemkin Zırhlısı (1925) filmindeki ünlü Odessa Merdivenleri sahnesinde kendini göstermiştir. Anlamlı kesmelerle yapılan ritmik montaj, duygusal etkiyi artırarak anlık kaos atmosferini izleyicilere hissettirebilmiştir.
Sessiz sinemanın sonu, dolayısıyla sesli sinemaya geçiş 1927 yılında Warner Bros.’un The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı) adlı filmiyle olmuştur. Aslında buna son değil de bir dönüşüm demek daha doğru olur. Bu film, sinema tarihinin ilk sesli filmi olarak kabul edilir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, filmlere diyaloglar, ortam sesleri ve müzik doğrudan kaydedilmeye başlanmıştır. Bu geçiş bazı oyuncular için sonun da başlangıcı olmuştur. Sessiz sinema oyuncularının çoğu, sesli sinemaya uyum sağlayamamış; diksiyon, aksan ya da sahne kimliği sesli döneme uymamıştır. Aynı şekilde sessiz sinemanın görsel estetiği de zamanla arka plana itilmiştir. Özetle sessiz sinema dönemi, yalnızca sinemanın ilk yıllarını değil, aynı zamanda onun ruhunu da temsil etmektedir. O dönem, sinemanın dilini, ritmini, duygusunu ve gücünü şekillendirmiş; sesin yokluğunda görselin ne kadar çok şey anlatabileceğini göstermiştir.