Martin Scorsese’nin yıllardır üzerinde çalıştığı ve kişisel olarak da en çok bağlılık hissettiği projelerden biri olan Silence Türkçe adıyla Sessizlik filmi, 2016 yılında çekilmiştir. Shūsaku Endo’nun 1966 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan film, 17. yüzyıl Japonya’sında Hristiyan misyonerlerin yaşadığı inanç krizine ve uygulanan zulme değinen bir filmdir. Martin Scorsese’nin diğer filmlerinde olduğu gibi, burada da şiddet, günah, inanç ve vicdan çatışması iç içe geçmiş şekildedir. Ancak farklı olarak, biçim ve içerik yönünden, gangster dünyalarındaki anlatımından çok daha sakin ve ağırbaşlı bir sinema dili kullanmıştır. Martin Scorsese bu projeyi 25 yıldan fazla bir süredir hayalinde taşımış, defalarca ertelemiş, ama sonunda perdeye aktarmıştır. Çoğu filminde olduğu gibi; bu filminde de çoğu insanın kişisel olarak düşündüğü, derin bir dini sorgulama mevcuttur. Mean Streets’ten The Last Temptation of Christ’a, hatta Kundun’a kadar birçok filminde maneviyat ve inanç arayışı bir şekilde var olmuştur. İşte yine Silence filminde de bu kişisel arayışın en yoğun ve belki de en olgun anlatımını görüyoruz.
Filmin konusuna gelirsek; film, Portekizli iki Cizvit rahibin Sebastiao Rodrigues ve Francisco Garupe’un yolculuğu ile başlar. İkilinin amacı, Japonya’da kaybolduğu düşünülen ve inancından vazgeçtiği iddia edilen hocaları Cristovao Ferreira’yı bulmaktır. Ancak Japonya, o dönem Tokugawa şogunluğu tarafından Hristiyanlığa kapılarını kapatmıştır. Dini öğretiyi yayan herkes işkenceye uğramakta, inançlarını koruyan köylüler de ağır bedeller ödemektedir. Rodrigues ve Garupe, Japonya’ya gizlice girerler. Burada gizli Hristiyan köylülerle karşılaşır, onların inançlarını gizlice yaşamalarına tanıklık ederler. Ancak kısa sürede Japon otoritelerinin baskısı başlar. Köylüler öldürülür, işkence edilir, rahipler yakalanır. Rodrigues, bir noktadan sonra kendi inancının da büyük bir sınavdan geçtiğini fark eder. Tanrı’nın sessizliği, çekilen acıların cevapsız kalışı, onu derin bir krizle yüzleştirir. Hikaye ilerledikçe Rodrigues, Tanrı’ya bağlılığı ile insanlara olan sorumluluğu arasında parçalara ayrılır. Derin sorgulamalar yaşar. Ferreira ile yüzleşmesi ise filmin en ağır anlarından biridir. Ferreira artık Japon kültürüne uyum sağlamış, Hristiyanlığı terk etmiş gibidir. Rodrigues’in vereceği karar, sadece kendi ruhunu değil, etrafındaki masumların hayatını da belirleyecektir.
Filmde, Andrew Garfield'in canlandırdığı Peder Sebastiao Rodrigues karakteri filmin merkezindeki karakterdir. İnancını korumak isteyen, Tanrı’nın iradesini anlamaya çalışan genç bir rahip olan Rodrigues, hikaye boyunca içsel sorgulamalar yapan, Tanrı’nın sessizliği karşısındaki çaresizliği ve çelişkileriyle izleyiciyi etkileyen bir karakterdir. Adam Driver'in canlandırdığı Francisco Garupe karakteri ise Rodrigues’in yol arkadaşıdır. Daha ketum, daha sert ama aynı derecede inançlıdır. Onun yolculuğu Rodrigues’e göre daha kısa sürer, ama inanç uğruna ölüm yolunu seçmesi karakterini unutulmaz kılmıştır. Liam Neeson'ın canlandırdığı üçüncü önemli karakter olan Cristovao Ferreira karakteri de, bir zamanlar saygın bir misyoner olan, Japonya’da işkencelerden sonra inancını terk ettiği iddia edilen Cizvit rahibidir. Rodrigues’in gözünde bir hayal kırıklığıdır, ama aynı zamanda gerçeği en çıplak şekilde gören kişidir. Onun olduğu sahnelerde filmin felsefi metinlerinin bolca olduğu diyaloglar vardır.
Filmde verilen tema, aslında Tanrı’nın sessizliği karşısında imanını sürdürmeye çalışan bir rahibin içsel çatışması anlatılmak istenmiştir. Rodrigues’in hikayesi onun gözünden, bazen inanç ile akıl, bazen de umut ile hayal kırıklığı arasındaki ikilemlerle izleyiciye gösterilmeye çalışılmıştır. Batılı misyonerlerin doğu topraklarında inanç yayma çabaları da sömürgecilik eleştirisiyle iç içe geçen bir konu olmuştur. Dolayısıyla, Japonya’daki yerel otoritelerin Hristiyanlığa karşı direnişi, Batı ve Doğu kültürlerinin çarpışmasını da temsil eder niteliktedir.
Gerek izleyicilerden gerekse eleştirmenlerden gelen eleştirilerde; filmi Martin Scorsese’nin en kişisel çalışması olarak değerlendirerek, yavaş temposu, uzun süresi (yaklaşık 160 dakika) ve ağır ruhsal sorgulamalarıyla, izleyiciyi sınayan bir yapım olduğunu söylemişlerdir. Çoğu kişi de bu yavaşlığın filmin ruhuna uygun olduğunu savunmuşlardır. Özellikle Martin Scorsese’nin daha dinamik filmlerine alışmış izleyiciler bu filmi beklenmedik derecede sessiz ve durağan bulmuşlardır. Bir diğer eleştiri ise, filmdeki dini tartışmaların evrensel olmaktan çok Hristiyanlık merkezli olduğu ve bu yüzden de herkesin kolayca bağ kuramayacağı ileri sürülmüştür. Ancak film, eleştirmenler tarafından büyük ölçüde olumlu karşılanmıştır. Üç önemli karakterinde oyunculukları başarılı bulunmuştur.
Silence, kolay izlenen, herkese hitap eden bir film değildir. Ama Martin Scorsese’nin sinema yolculuğunda önemli bir yere sahiptir. Gangster hikâyelerinin şiddetli temposundan çok farklı olarak, burada içsel bir yolculuk vardır. Tanrı’yla ve insanın kendi inancıyla hesaplaşması ön plandadır. Dolayısıyla film, her seyirciye hitap etmese de, Martin Scorsese’nin kendi sinema diliyle anlatmak istediğini başarıyla anlattığı bir film olmuştur. Seyircisini zorlayan, sorgulamaya iten ve sinema sanatını maneviyatla buluşturan bir yapıt olarak, Silence filmi yönetmenin en özel eserlerinden biri olarak anılmaya devam edecektir. İyi seyirler...