Çekoslavakya’da dünyaya gelen Milan Kundera, çocukluğundan itibaren hep sanatla iç içe yaşamış bir isimdir. Küçük yaşlarında piyano çalmayı öğrenen Kundera, yazmaya henüz lisedeyken bir şair olan Vladimir Mayakovski’nin bir şiirinin tercümesiyle başlamış ve sonrasında yazdığı tüm eserlerinde de müziğe yer vermiştir.

Üniversitede Güzel Sanatlar Fakültesi’nde edebiyat ve estetik üzerine eğitim aldıktan kısa bir süre sonra film akademisine geçmiş, yönetmenliğe dair de ilk makalelerini kaleme almıştır. 

Devletin insan belleğini ve tarihsel gerçekleri yok etme eğilimi üzerine ironik gözlemlerden oluşan, ideolojik öğretilerin çoğu zaman iyi ve kötü kavramlarını nasıl saptırdığını irdeleyen bir roman olan ve bir göçmen olarak yazdığı ilk kitap olan  “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı”nın yayınlanmasının akabinde vatandaşlıktan çıkarılan Milan Kundera’ya, vatandaşlığı 2019 yılında yeniden iade edildi.  

Vatandaşlıktan ara ara çıkarılmasına rağmen kendi anavatanıyla bağlantısını hiç kaybetmeyen Kundera, yazdığı kitapların çoğunda hikayeyi doğduğu ülkede kurguladı.

New York Times’ta yayımlanan bir inceleme yazısında, Milan Kundera’nın bu kitabı ile ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunulmuştur:

“Gülüşün ve Unutuşun Kitabı kısmen masal, kısmen edebi eleştiri, kısmen siyasi öğreti, kısmen müzikoloji ve kısmen otobiyografi olsa da kendisine bir roman diyor. Kendisini nasıl isterse o şekilde adlandırılabilir, çünkü dahiyane bir eser."

Milan Kundera, yazarların eserleri aracılığıyla konuşması gerektiğine inanan bir yazar oldu her zaman.

Milan Kundera’nın yazdıkları birçok dile çevrildi ve birçok edebiyat ödülünün sahibi oldu. Nobel Edebiyat Ödülü için de birkaç kez aday gösterildi fakat bu ödülü kazanamadı.

New York Times’ta yayımlanan bir röportajında, onu bir yazar olarak neyin harekete geçirdiği sorusu üzerine, Milan Kundera “Sadece insan varlığının bilinmeyen bir parçasını ortaya çıkaran bir edebi eserin var olma nedeni vardır, yazar olmak bir gerçeği vaaz etmek anlamına gelmez, bir gerçeği keşfetmek anlamına gelir" diyerek onu yazma konusunda tetikleyen durumu açıklamıştı.

Temmuz ayının 11’inde, 94 yaşında kaybettiğimiz Milan Kundera’yı, Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde yazmış olduğu birkaç cümlesiyle analım istedim sizlerle:

“Peki ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?

Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız da o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.

İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir.

Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı, hafifliği mi?”