Martin Scorsese’nin 1997 yılında çektiği “Kundun” filmi, yönetmenin diğer filmleri arasında, alışılmış kalıpları yıkan, hem biçim hem de içerik bakımından farklı bir yerde duran özel bir yapım olmuştur. New York’un karanlık sokaklarını, suç dünyasının karmaşık ilişkilerini ya da Amerikan toplumunun çelişkilerini anlatan filmlerinden sonra bu kez kamerasını Tibet’in yüksek dağlarına çevirir. Film aslında hem bir biyografi filmi, hem de Tibet’in 20. yüzyıldaki en kritik dönemini ve bu dönemin merkezindeki ruhani lider olan 14. Dalai Lama’nın çocukluğundan sürgününe uzanan yolculuğuna odaklanır.
1930’lu yılların ortalarında Tibet’in doğusundaki küçük bir köyde başlayan film, sıradan bir ailenin çocuğu olan Tenzin Gyatso, daha henüz iki yaşındayken Budist rahipler tarafından yeni Dalai Lama’nın 14. reenkarnasyonu olarak fark edilerek bulunur. Bu durum, küçük bir çocuğun kaderini kökten değiştirir. Köy yaşamının sıcak ortamından alınarak, Lhasa’daki Potala Sarayı’na götürülür ve burada Tibet’in ruhani ve siyasi lideri olarak yetiştirilmeye başlanır. Çocuk Dalai Lama, yaşına rağmen halkın gözünde kutsal bir figür haline gelir. Rahipler ve öğretmenler tarafından Budist felsefe, liderlik, Tibet ve Dünya tarihi, gibi konular üzerine eğitilir. Ancak filmin dramatik ilerleyişi, Tibet’in içine sürüklendiği tarihsel krizle birlikte yön değiştirir. Çin Halk Cumhuriyeti, 1950’lerin başında Tibet’i kendi topraklarının bir parçası olarak ilan eder ve orduyu bölgeye sokar. Başlangıçta diplomatik yollarla sorun çözülmeye çalışılsa da zamanla işgalin baskısı artar, Tibet halkı ağır zulümlere ve kültürel yıkıma maruz kalır. Genç yaşına rağmen Dalai Lama, bir yandan ülkesini ve inancını korumakla yükümlüdür, diğer yandan da şiddetsizliğe dayalı Budist öğretileri benimsemiş bir lider olarak durumu idare etmeye çalışır. Bu ikilem filmin en temel dramatik çatışmasını oluşturmuştur. Dalai Lama, bir lider olarak halkının acılarına tanıklık eder; manastırların yakılıp yıkılmasını, binlerce Tibetlinin öldürülmesini, kültürel mirasın sistematik olarak yok edilmesini görür. Ancak hiçbir zaman şiddete başvurmaz, pasif direnişi ve barışı savunur. Filmin sonlarına doğru 1959’daki ayaklanma sonrasında Dalai Lama’nın hayatının tehlikeye girmesi sorunu yaşanır. Kendisini korumak isteyen danışmanları ve rahipleriyle birlikte gizlice Himalayalar üzerinden Hindistan’a doğru tehlikeli bir yolculuğa çıkarlar. Film, Dalai Lama’nın Hindistan sınırını geçip sürgüne ulaşmasıyla sona erer. Bu final sahnesi, hem bir bitiş hem de yeni bir başlangıçtır. Tibet halkı için anayurttan kopuşun, Dalai Lama içinse sürgünde bir liderliğin başlangıcının simgesi olmuştur.
Henüz çocuk yaşta omuzlarına yüklenen sorumluluk, Dalai Lama’nın kişisel hayatını adeta silmiştir. O, kendi arzularını değil, halkının geleceğini temsil eden bir figür olmuştur. Filmde ruhsallık ve inanç ana tema olarak Dalai Lama’nın içsel yolculuğu, ile birlikte film boyunca iç içe verilmiştir. Tibet kültürünün ruhsal atmosferi de bu temayı güçlendirmiştir. İkinci olarak dikkat çekilmek istenen bir diğer ana fikir de şiddetsizlik ve direniştir diyebiliriz. Yönetmenin bakış açısına göre; Tibet’in barış yanlısı geleneği, Çin’in militarist gücüyle karşılaştırılmıştır. Dalai Lama’nın şiddet karşıtı duruşu da, filmin en güçlü mesajı olmuştur. Tibet’in işgaliyle beraber sadece siyasi bir kriz değil, aynı zamanda kültürel bir felaket de yaşanmıştır. Tapınakların yok edilmesi, halkın zulme uğraması, köklü bir medeniyetin tehdit altına girmesi filmde çarpıcı şekilde gösterilmiştir.
Filmin görüntü yönetmeni Roger Deakins, Tibet’in dağlarını, manastırlarını ve ritüellerini tıpkı bir tablo gibi resmederek izleyenlere o atmosferi başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Altın tonları, kırmızılar, mavi gökyüzü ve iç mekanlardaki simgesel detaylar izleyiciye filmin içindeymiş hissiyatını yaşatmıştır.
Özetle filme otobiyografik bir film gözüyle bakarsak; Martin Scorsese, Dalai Lama’nın çocukluktan olgunluğa geçişini kişisel bir serüven gibi gösterirken, aslında daha büyük bir toplumsal kırılmayı da yansıtmak istemiştir diyebiliriz. Tibet’in bağımsızlık mücadelesi ve bu mücadelenin sonunda gelen sürgün hikayesi filmin en önemli konusudur. Burada öne çıkan şey, şiddet karşıtı bir liderin, tüm yıkıma rağmen barışa ve diyaloga bağlı kalışıdır. Film, bu yönüyle sadece Tibet tarihine ışık tutmakla kalmayarak; aynı zamanda evrensel bir mesaj da taşımaktadır. Zorlukların karşısında inanç ve şiddetsizlik de direnmenin yollarından biridir. Diyerek yazımızı Dalai Lama’nın söylediği bir sözle bitirelim. "Şiddet asla iyi olamaz. İyi ya da kötü her sonuç acıya sebep olur." İyi seyirler...