Yaklaşık bir aydır konumuz olan, Ridley Scott filmlerinin dikkatimi çeken, genel olarak özellikleri, bir karakterin iç dünyasını, bir çağın ruhunu, bir toplumun açmazlarını işleyen filmler yapmasıdır. Ne türde film çekerse çeksin, arka planda hep insanın özüyle yüzleştiği bir ana tema saklıdır. “Dünyanın Tüm Parası” da tam olarak böyle bir filmdir. İlk bakışta klasik bir suç ya da biyografi hikayesi gibi görünse de, aslında paranın, gücün ve vicdanın çatıştığı derin bir dram hikayesidir. Ridley Scott'ın bu kez daha sade bir atmosferle, gerçek bir olaydan yola çıkarak çektiği “Dünyanın Tüm Parası” filmi, paranın sınırlarını, aile bağlarını ve insanlık değerlerini işleyen bir olay örgüsüyle ilerler. Film, 1973 yılında İtalya’da gerçekleşen ve tüm dünyada yankı uyandıran bir kaçırılma olayını konu alır. Olay, dünyanın en zengin adamı olan Jean Paul Getty’nin 16 yaşındaki torunu John Paul Getty III’ün kaçırılması üzerine gelişir. Fakat bu filme, hem bir “kaçırılma hikayesi” hem de, paranın soğukluğu ve karşısında, insanlığın sıcaklığını gözler önüne seren bir karakter draması filmi de denilebilir.
Filmin genel olarak konusu ise şöyledir; Genç John Paul Getty III, Roma sokaklarında arkadaşlarıyla vakit geçirdikten sonra kaçırılır. Fidye olarak tam 17 milyon dolar istenir. Kaçıranlar sıradan hırsızlar değil; profesyonel, sabırlı ve acımasız İtalyan gangsterlerdir. Herkesin aklına ilk gelen kişi, gencin dedesi Jean Paul Getty’dir. Çünkü o, sadece Amerika’nın değil, dünyanın da en zengin adamıdır. Ancak şaşırtıcı bir şekilde Getty, fidyeyi ödemeyi reddeder. Çünkü ona göre bu fidyeyi öderse, diğer aile üyeleri de kaçırılır. İşte burada olayın seyri değişir.
Torunun annesi, yani Gail Harris, çaresiz ama güçlü bir anne olarak karşımıza çıkar. Eski kocasından boşanmış, Getty ailesinden tamamen kopmuş ama oğlunu kurtarmak için mücadele eden bir annedir. Tüm medya, halk ve polis olayın iç yüzünü anlamaya çalışırken, Gail hem oğlunun hayatı için, hem de kibirli ve duygusuz kayınpederine karşı bir savaş verir. Olaylar ilerledikçe, Getty şirketinin “problem çözücü” adamı Fletcher Chase devreye girer. Eski bir CIA ajanı olan Chase, başta tamamen profesyonel bir görev gibi yaklaşsa da, zamanla anne Gail’in azmine ve insanlığına saygı duyar, olaylara daha insani yaklaşmaya başlar.
Filmdeki karakterlere gelirsek; Christopher Plummer'ın canlandırdığı Jean Paul Getty karakteri, filmin tartışmasız en çarpıcı karakteridir. İnanılmaz bir serveti olmasına rağmen, duygusal anlamda düz ve cimri bir adamdır. Her şeyin fiyatını biliyordur ama değerini bilmiyodur. Bu rol için önce Kevin Spacey düşünülmüş, hatta epey çekim de yapılmış. Daha sonra kendisinin mahkemelik bir durumundan dolayı yerine Christopher Plummer geçmiştir. O da bu rolü öyle etkileyici oynamıştır ki, Kevin Spacey’nin yerine son dakikada geçmesine rağmen Oscar’a aday gösterilmiştir. Ve iyi ki de geçmiş, çünkü Plummer bu soğukluğu, kibiri ama aynı zamanda karakterin içinde saklı olan, yalnızlığı da muazzam bir şekilde yansıtmıştır. Michelle Williams'ın canlandırdığı Gail Harris rolü de anne figürü olarak filmin duygusal merkezini oluşturur. Servet içinde yüzmediği gibi, tersine maddi olarak oldukça zor durumdadır. Ama onun en büyük zenginliği, kararlılığı ve sevgisidir. Michelle Williams da, hem güçlü hem de kırılgan bir anne rolünü çok gerçekçi bir şekilde canlandırmıştır. Mark Wahlberg'in oynadığı Fletcher Chase Karakteri de başta iş odaklı, duygusuz görünen ama zamanla değişen bir karakter olmuştur. Wahlberg, alıştığımız aksiyon rollerinden biraz uzaklaşıp daha ölçülü bir performans sergilemiştir ve son önemli karakterimiz olan Charlie Plummer'in canlandırdığı John Paul Getty III karakteri de malum kaçırılan çocuk karakterdir. Genç ve biraz asi bir kişiliktir. Kaçırıldığı andan itibaren çaresizliğiyle, korkusuyla ve hayatta kalma mücadelesiyle izleyiciyi etkilemiştir.
Para her şeyi satın alabilir mi? Filmin ana fikri tam da bu soruda gizli. Jean Paul Getty her şeye sahip gibi görünür ama aslında hiçbir şeye sahip değildir. Sevgi, aile, bağlılık, empati gibi değerler onun için birer zayıflıktır. Film bu açıdan, modern kapitalizme ciddi bir eleştiri niteliğindedir. Paranın, insanın ruhunu nasıl çürütebileceğini gözler önüne seriyor. Gail’in mücadelesi, de gerçek sevginin ne kadar güçlü olabileceğini bizlere gösteriyor. O, ne paraya ne de güce tutunuyor. sadece anneliğine ve inancına tutunuyor.
Ridley Scott, dönemin atmosferini yani 70’ler İtalya’sı ve Londra’sını öyle ustaca yansıtmıştır ki, bir sahneden diğerine geçtiğinizde sanki tarih kitabında gezinir gibi hissediyorsunuz. O yönüyle de estetik olarak da zengin bir filmdir. Özet olarak film, bir biyografik suç filmi olmanın ötesinde, aynı zamanda karakter çözümlemesi yapan, ahlaki sorgulamalar yaptıran, parayla insan arasındaki derin ilişkiyi de irdeleyen bir film olmuştur. Ridley Scott, her zamanki ustalığıyla bize “paran varsa her şeye sahipsin” ezberini bozduruyor. Çünkü filmin en zengin adamı aslında en yoksul karakteridir. Film bittikten sonra akılda kalan tek şey, ne fidyenin miktarı ne de kaçırılmanın detayları oluyor. Aklınızda yalnızca şu soru kalıyor: “Sevgi, para kadar güçlü olabilir mi?”