Yine Ridley Scott’ın diğer filmlerine göre farklı bir konuyu işlediği, Callie Khouri’nin senaryosunu yazdığı ve yazdığı bu senaryo ile de Oscar ödülü alan 1991 yapımı filmidir. Film bir genel tanımlama olarak, hem bir yol filmi, hem de aynı zamanda kadın özgürlüğü ve dayanışmasını baz alarak, erkek egemen düzene başkaldırı niteliği barındıran bir film olmuştur. Zaman zaman bir kaçış filmi, zaman zaman ise, feminist bir dram, anlatısıdır. Tüm bu konuları işlerken özünde tek bir şey anlatır aslında; iki kadının, içinde yaşadıkları bastırılmış hayata karşı verdikleri, içgüdüsel bir özgürlük savaşı hikayesidir.
Film, Amerikanın güneyinde yaşayan iki kadının hafta sonu kaçamağı olarak başlayan yolculuklarının, bir cinayet sonrası kaçış hikayesine dönüşmesini konu alır. Bir bar ziyaretinde, Thelma'ya cinsel saldırıda bulunmaya çalışan bir adam, Louise tarafından vurularak öldürülür. Bu olaydan sonra panikleyen iki kadın, polise gitmek yerine kaçmayı tercih ederler. Yasa dışına sürüklenen yolculukları boyunca, baskı altındaki benliklerini yavaş yavaş keşfederler. Thelma Dickinson (Geena Davis), ev kadınıdır ve baskıcı, küçümseyici eşi Darryl ile sıkıcı bir evlilik yaşamaktadır. Louise Sawyer (Susan Sarandon) ise bir kafede garsonluk yapan, hayattan yorgun düşmüş ama iradesi güçlü bir kadındır. Yol boyunca yaptıkları seçimler, karşılaştıkları insanlar, genç dolandırıcı J.D. (Brad Pitt), Louise’in sevgilisi Jimmy (Michael Madsen), ve peşlerindeki dedektif Hal Slocumb (Harvey Keitel), onların hem kendileriyle hem de dünyayla hesaplaşmalarına olanak sağlarlar. Ancak asıl dönüşüm, Thelma ve Louise’in kendileriyle yüzleşmeleridir. Bu yüzleşme, onları trajik ama özgürleştirici bir sona götürür.
Filmdeki bu iki karakteri daha detaylı anlatacak okursak; Thelma Dickinson, ilk başta saf, kararsız ve evinin duvarları dışında dünyadan bihaber bir kadın izlenimi verir. Ancak yolculuk boyunca içinde bastırdığı özgür ruh, risk alma cesareti ve kararlılığı ortaya çıkar. Thelma’nın dönüşümü, evcimenlikten özgürlüğe geçişin metaforu gibidir.
Louise Sawyer ise, geçmişinde travmalar barındıran, kontrollü ve sert yapıya sahip bir karakterdir. Thelma’nın aksine daha temkinlidir, ama o da kendi içindeki yüklerden arınmak ister. Louise, hikayenin vicdanı gibidir; ancak geçmişi yüzünden hem kendine hem de çevresine duvarlar örmüştür. Bu iki karakterin birbirine zıt yönleri, onları tamamlayan bir dostluğa evrilir. Aralarındaki bağ, erkek şiddeti ve toplum baskısı karşısında en güçlü savunmaları haline gelir.
Filmin ana teması yukarıda da bahsettiğim gibi, kadınların bireysel özgürlüklerini elde etmek için sistemle, erkek egemenliğiyle ve kendi içlerindeki korkularla nasıl mücadele ettiklerini anlatır. Onların yolculuğu fiziksel bir kaçış gibi görünse de aslında ruhsal bir özgürleşmedir. Thelma ve Louise’in arasındaki dostluk, filmin en sağlam temasıdır. Erkekler tarafından baskılanan bir dünyada, iki kadının birbirine olan desteği onları ayakta tutar. Bu bağ, filmin final sahnesinde doruğa çıkar. Film aynı zamanda, kadınlara yönelik şiddeti, cinsel saldırıyı ve bunun sistem tarafından nasıl görmezden gelindiğini ya da bastırıldığını da net bir şekilde ortaya koyar. Louise'in, Thelma’ya saldıran adamı öldürmesi, hukuki olarak suç olsa da, etik olarak birçok izleyici tarafından haklı bulunur gibidir.
Ridley Scott, bu filmde yine geçen haftalarda anlattığım tarzda filmlerine benzer nitelikte, alışık olduğumuz bilimkurgu ve aksiyon dünyasından uzaklaşıp daha içsel, duygusal bir alanı başarıyla yönetmiştir. Filmin temposu, karakter gelişimleriyle mükemmel bir uyum içindedir. Ne fazla hızlı ne de sıkıcıdır. Her sahne, karakterlere nefes alma ve düşünme alanı tanımıştır.
Thelma & Louise, vizyona girdiği dönemde büyük yankı uyandırmıştır. Yalnızca feminist sinema için değil, genel olarak kadın karakterlerin sinemadaki temsili açısından da bir dönüm noktası olmuştur. Bugün hala konuşuluyor olması, bir kült film haline gelmesi ve yeni kuşaklar tarafından keşfedilmesi de Thelma & Louise’in evrensel bir hikayeye sahip olduğunun göstergesidir diyebiliriz. Ridley Scott’ın ve kadın yazar Callie Khouri’nin elinden çıkmış bu film, feminist sinemanın sınırlarını genişletirken, her bireyin özgürlük arayışına da evrensel bir ses olmuştur. Filmi izlemeyenlerin izlemesini mutlaka tavsiye ederim. İyi seyirler...