Warner Bros. stüdyolarının "Vitaphone" adı verilen yeni ses sistemiyle çekilen bu yapım, sinema tarihindeki ilk sesli filmi olarak anılmaktadır. Her ne kadar filmdeki diyaloglar sınırlı olsa da, Al Jolson’un sesiyle dile gelen birkaç replik ve müzikal sahneler, tüm dünyada sinemanın geleceğini değiştirmiştir. Alan Crosland’ın yönettiği bu film, hem teknik açıdan bir yenilik, hem de aynı zamanda bir sinema formunun da kırılma noktası olmuştur. Sessiz sinemanın abartılı mimiklerle ve daha çok fiziksel hareketlerle anlatımına son veren ve onun yerine müziği, konuşmayı, gerçekliği getiren bir anlatım tarzı gelmiştir. Ancak bu geçiş sadece teknolojik olarak değil, aynı zamanda duygusal bir geçiş de olmuştur denilebilir. Çünkü film, kökleriyle bağını koparmadan yeni bir kimlik inşa etmeye çalışan bir adamın hikayesini anlatıyor. Tam da sesiz sinemadan sesli sinemaya geçişteki sinemanın kendisi gibi.

Filmin konusu New York’un alt sınıf Yahudi mahallelerinden birinde başlar. Jakie Rabinowitz, geleneksel bir hazzan (Yahudi ilahi söyleyeni) olan babasının izinden gitmesi beklenen genç bir çocuktur. Fakat Jakie’nin tutkusu caz müziği ve sahnedir. Bir gün sinagogdan kaçarak bir mekanda şarkı söylerken babasına yakalanır. Babası bu duruma büyük öfke duyar, oğlunu evlatlıktan reddeder ve Jakie evinden ayrılır. Yıllar geçer. Jakie artık Jack Robin adıyla sahneye çıkan, umut vadeden bir caz şarkıcısıdır. Broadway’de büyük bir gösteriye çıkmak üzeredir. Büyük bir sahne teklifi almıştır. Broadway müzikali April Follies’te başrol oynayacaktır.

Ancak gösterinin provası sırasında annesiyle yeniden iletişime geçer. Babası hasta ve ölmek üzeredir. Aynı gece, Yom Kippur (Kefaret Günü) ibadetinde sinagogda ilahi söylemesi için çağrılır. Ancak bu, tam da onun sahneye çıkacağı geceye denk gelmiştir. Jack, büyük bir iç çatışma yaşar. Geleneksel kimliği ve ailesiyle olan bağı mı, yoksa modern dünyanın sunduğu şöhret ve başarı mı? Film, onun son anda sahneye çıkmak yerine babasının yerini alıp sinagogda ilahi söylemesiyle doruğa ulaşır. Ardından annesinin rızasıyla Broadway’e geri döner ve finalde "My Mammy" adlı şarkıyı söylerken izleyiciyle göz göze gelir.

Filmdeki karakterler oldukça yerli yerine oturmuş karakterlerdir.

Jakie Rabinowitz / Jack Robin (Al Jolson); filmin başkarakteridir ve hem modern Amerikan rüyasını hem de eski dünyanın dini mirasını üzerinde taşıyan bir karakterdir. Sahne tutkusu ve ailesine bağlılığı arasında sıkışmış bir adamdır. Jolson’ın oyunculuğu ve müzikal performansı dönemi için son derece etkileyicidir.

Cantor Rabinowitz (Warner Oland) ise Jakie’nin babasıdır ve sinagogun geleneksel kantörüdür. Oğlunun müziğe yönelmesini dini bir sapma olarak görür. Onun temsil ettiği figür, göçmen kuşağın eski dünyaya duyduğu sadakati simgeler niteliktedir denilebilir. Sara Rabinowitz (Eugenie Besserer)’de Jakie’nin anlayışlı annesidir. Hem oğlunun hayallerini destekler hem de ailesini bir arada tutmaya çalışır. Film boyunca duygusal ağırlığı en çok hissettiren karakterlerden biridir. Son önemli karakter olan Mary Dale (May McAvoy) karakteri ise Jack’in sahnede birlikte çalıştığı oyuncu arkadaşıdır ve aynı zamanda duygusal olarak ilgi duyduğu birisidir. Modern hayatı temsil eden bir karakter olarak Jack’in Amerikanlaşma sürecinde etkili birisidir.

Filmin ilk başlarda da söylediğim gibi, en önemli yönü, Vitaphone adlı ses sistemiyle çekilmiş olmasıdır. Tamamı sesli bir film olmasa da, içerisinde Al Jolson’ın söylediği şarkılar senkronize bir şekilde izleyiciye sunulmuştur. Ayrıca birkaç kısa diyalog sahnesi de bulunmaktadır ki bu, o dönemde sinema için bir ilk sayılır. Film sadece sesli olması ile değil, aynı zamanda içeriksel olarak da dönemin toplumsal sorunlarına dokunan bir yapıttır. Göçmen bir ailenin çocuğu olarak büyüyen Jakie'nin yaşadıkları, Amerikan rüyası ile eski dünya değerleri arasındaki çatışmayı izleyiciye göstermiştir. Jakie’nin dini geleneklerle sahne tutkusu arasında kalması, eski ile yeninin çatışmasıdır diyebiliriz. Film, bu yönüyle özellikle göçmen ailelerde sıkça yaşanan bu kimlik çatışmasını başarıyla işlemiştir. Jakie’nin Jack Robin olarak sahnede yeniden doğması da, bir tür “Amerikanlaşma” sürecidir. Bu, aynı zamanda pek çok göçmen için de hem bir umut hem de bir kimlik kaybı anlamına gelmektedir.

Özetle Alan Crosland’ın yönettiği bu ilk sesli film sinemaya, hem teknik bir yenilik getirmiş hem de sinema sanatının önemli bir kırılma noktası olmuştur. Filmde sessiz sinemanın naifliğine veda edilirken onun yerine müziği ve konuşmayı getiren bir durum hikayesi ortaya konulmuştur. Ancak bu geçiş sadece teknolojik değil, duygusaldır da. Çünkü film de, kökleriyle bağını koparmadan yeni bir kimlik inşa etmeye çalışan bir adamın hikayesi anlatılmıştır. Tam da sinemanın kendisi gibi. İyi seyirler...