Sanata dair her dönemde farklı görüşler ortaya atıldığı için sanatın yalın bir tanımını yapmak oldukça zordur. Ancak sanat nedir sorusuna verilen ilk cevaplardan biri, sanatı bir yansıtma, benzetme ya da mümessil olarak görme eğilimindedir. 

Ana akım filmlerin aksine daha derin ve karmaşık hikayeler sunan, görsel ve anlatım açısından daha yaratıcı ve deneysel olan sanat tarzı olarak ifade edebiliriz sanata sinemasını. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, ayrı bir kip olarak olarak ortaya çıkan sanat sinemasında amaç, Avrupa ülkelerindeki Hollywood dominansına direnerek, yerel film endüstrisi ve film kültürünü geliştirmekte.

Bu amaç için uygulanan method popüler olan Hollywood kültürünü düşman ilan etmek ve Hollywood’dan farklılığı bir amaç olarak düşünerek “sanat sineması” akımını kanalize etmek olsa da, bu akım neye karşı olduğu konusunda net iken, varmak istediği hedefinde ve kendi kendinin tanımlanmasında uzun süre net olamadı.

Mesela sanat sineması edebi bir sanatın devamı mıydı, yoksa aşırı bir gerçekçilik miydi tarzı?

Hollywood sinemasında görmeye alışık olduğumuz kahramanlar hızla hedefe doğru giderken, bir hedefi olmayan sanat filmi karakterleri, pasif bir şekilde bir durumdan diğerine sürüklenir.

Autour politikası olarak adlandırılabileceğimiz bu yaklaşım ile çekilen filmlerde, yönetmenin kişiliğini sanatsal tasarımın ana referansı olarak görürüz. 1950’lerin sonlarından bu yana temelleri atılan sanat sinemasında yönetmenin kişiliği, bakış açısı diğerlerine göre daha da anlam kazandı.

Türkiye sinemasında da sanat sinemasının ilk örnekleri 1960’lı yıllarda görülmeye başladı ve 1980’lerden sonra daha da yaygınlaştı. Özellikle 2000’li yıllarda Türkiye’de sanat sineması özelliklerini benimseyen birçok yönetmenle karşılaştık.

Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu gibi isimler Türkiye’de sanat sinemasının dönüşümünde oldukça önemli bir yere sahip olan yönetmenlerden oldular.