Bir felaketin boyutlarının bazen kelimelerle anlamak gerçekten de çok zor olabiliyor. Bir foto muhabirinin işi tam da bu. Felaketin boyutunu anlatabilecek insanların, yetkin, alanında uzman foto muhabirlerinin işi. Foto muhabiri, görsel haberci bir felaketi nasıl aktarmalı okurununa, izleyicisine? Türkiye’de yeterince tartışılan bir konu olduğu kanaatinde değilim. Meslek örgütleri de basın kurumları da yeterince bu konu üzerinde durmuyorlar. Basın dünyası içinde bu konu bir kültür haline gelememiş tartışılmadığı için. Gazete arşivlerini karıştırdığınız zaman ölümlü kazalar, suikastler, deprem, sel, bombalama gibi bir çok olayın fotoğraflarına mutlaka denk gelirsiniz.
Mesleğe başladığım yıllarda sıkça yaptığım şeylerden bir tanesi de arşiv karıştırıp yayımlanan fotoğraflara bakmak olurdu. Daha sonra da çektiğim Foto Muhabiri Anıları belgeselinde benzer hikayeler duymuştum. Bir foto muhabiri olay yerine gittiğinde üstü örtülü ölünün yüzü görünecek şekilde açar ve ölü kişinin bir portresini çeker ve gazetede bu fotoğrafı yayımlarmış. Kendisini asarak intihar etmiş bir kişinin ve hatta şunu da söylebilirim, dün basın dünyasının “amiral gemisi” olarak bilinen gazete suikast sonucu ölen kendi genel yayın yönetmeninin kurşun deliklerini görünen vücudunun üst bölümünün fotoğrafını birinci sayfasından basmıştır. Üstelik bir bulanıklaştırma falan da yapmadan. Evet yanlış okumadınız, bu doğru. O zaman okuyucuya yaşananın gerçek olduğunu anlatmanın belki de en kestirmesiz yoluydu belki de fakat insanlar üzerindeki etkisi belki de hiç düşünülmedi. Bu ülke topraklarında yaşanan çok kişinin ölümüne neden olan ilk bombalama eylemi 11 Mayıs 2013 tarihinde Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde gerçekleşti. Bu terör eyleminde 53 insan hayatını kaybederken 146 kişi de yaralanmıştı. Olay gecesi Reyhanlı’ya ulaştım. O, ilk şok ve panik anlarına doğal olarak yetişemedim ama sonrasında yaşananları fotoğraflamıştım. O zamanlar akıllı telefonlar daha çok yaygınlaşmamış ama hemen hemen her telefonun fotoğraf çekme özelliği vardı. En çok dehşete düştüğüm anlar, ölen komşularının yanmış, vücut bütünlüğü bozulmuş fotoğraflarını çekip rahatlıkla birbirlerine gösteren, bu fotoğrafları basına satmaya çalışan insanlar oldu. Dehşete düştüm çünkü insanların ruhen bu kadar dejenere olduğunun yüzüme çarpıldığı ilk anlardan birisiydi. Hadi biz bu tarz görüntülere alışığız.
Çekerken duyduğumuz rahatsızlık eşiği bir çoğunuza göre çok çok fazla. Bizleri sıradan hayatlar yaşayan insanlardan ayıran şey ise bunları okuyucu ve izleyiciye nasıl aktaracağımızı düşünerek, ne görüyorsak çektiğimiz fotoğrafları bir süzgeçten geçirmeden okuyucuya izleyiciye aktarmamak. Çektiğimiz ya da çekeceğimiz fotoğrafların insanların ruhunu belli dozda rahatsız edecek kadar sert, ama yıkım yaratacak kadar da dehşet içeren görüntüler olmamasına dikkat ederiz. Bu fotoğraflar çekilmiş olsa bile neyin ne ölçüde yayınlanacağına dikkat etmeliyiz. Bu sorun sadece basın dünyasının, görsel gazetecilerin değil, uzman insanların da yol göstericiliğinde dikkat edilmesi gereken belli bir standarda oturtulması gereken bir mesele. Bir görsel haberci de bu anları çekmekten geri kalmaz, kalmak istemez. Çoğu görsel haberci için bu bir tercih meselesi olsa da evet ben o ortamdaki her şeyin çekilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nedenini de şöyle açıklayabilirim. Çektiğimiz fotoğraflar dünyada bazı şeyleri hemen değiştirmeye yetecek güçte olmasa da havuz taş atıp taşırmaya çabası gibi görüyorum. Ama havuza atılan bu taşın büyüklüğü yani çektiğimiz fotoğrafın etkisinin büyüklüğü “ikonik” bir fotoğraf olup olmamasına bağlı. İnsanları bazı olumsuz şeylerin değişmesi için harekete geçirebilecek görsellere ihtiyacımız var. O olayın etkileyiciliğini anlatabilecek ikonik fotoğrafların ne zaman, nerede, nasıl bir ortamdan çıkacağını tahmin edemeyiz. Ayrıca foto muhabirlerinin de bitmeyen arayışıdır aslında “ikonik” fotoğraf.
Tıpkı Kevin Carter’ın açlıktan ölmek üzere olan çocuk ve akbaba fotoğrafı gibi, tıpkı Vietnam savaşında Nick Ut‘un çektiği, atılan bomba sebebiyle vücudunda yanıklar oluşan kızın koşarak kaçmaya çalıştığı fotoğraf gibi, tıpkı Adem Altan’ın Kahramanmaraş depreminde depreme yatağında yakalanan ve orada da ölen kızının elini bırakamayan adamın fotoğrafı gibi. Örnekleri sıralamaya bu satırlar yetmez. Bu nedenlerle görsel haberci her şeyi çekmelidir. Yaşanan şey ne ile ilgili olursa olsun onunla ilgili her şeyi fotoğraflayarak arşivlemeli ve yeri ve zamanı geldiğinde de ile ilgili insanlarla paylaşarak olumlu yönde gelişim için ilerleme için kullanabilmelidir. Halk ile paylaşılabilecek kısmı ise özenle seçilmeli onları duygusal açıdan bir çöküntünün içine sokmayacak olanları tercih edilmeli. Sanırım bu meseleleri bilimsel olarak tartışmamızın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Biz görsel habercilerin görevi olup biteni olduğu gibi vermek ama dikkat etmemiz gereken başka konular da var. Toplumun sağlığı gibi.