Ridley Scoot'ın 1977 yılında çektiği ilk uzun metraj filmi olan “The Duellists” Türkçe adı ile "Duellocu" filmi, sinemaya sessiz ama etkileyici bir giriş yaptığı ilk filmidir. Üstelik bu film, dönemin gişe kaygısı taşımayan, tarihi detaylara sadık kalan ve sinematografisiyle de sinema çevresinden büyük ilgi topladığı bir filmidir. Film, ünlü İngiliz yazar Joseph Conrad’ın 1908 tarihli kısa öyküsü olan The Duel’den uyarlanmıştır. Conrad’ın bu hikayesi, gerçek bir tarihi olaya dayanır. Napolyon döneminde gerçekten de düellolarla yıllarca birbirine düşmanlık besleyen iki Fransız subayın yaşam öyküsünden esinlenmiştir. Bu anlamda film, bir tür biyografik tarih kurgusu da sayılabilir. Düşük bütçeyle Fransa’nın tarihi kasabalarında, doğal ışıkla ve dönem kostümleriyle çekilen film, Cannes Film Festivali’nde En İyi İlk Film ödülünü alarak da büyük ses getirmiştir.
Film, Napolyon döneminde geçen ve yaklaşık yirmi yıla yayılan kişisel bir husumeti konu alır. Hikayede, Fransız ordusunun iki subayı arasında geçen ve başlangıçta basit bir kişisel anlaşmazlık gibi görünen olayın, zamanla nasıl bir saplantıya, bir tür yaşam biçimine dönüştüğü anlatılır. 1800 yılında, Fransız ordusunda görevli yüzbaşı Armand d’Hubert, üstlerinden aldığı bir emirle, meslektaşı Gabriel Feraud’yu neden olduğu bir olay sebebiyle geçici olarak gözaltına alır. Ne var ki Feraud, bu resmi prosedürü kişisel bir saldırı olarak algılar ve hemen bir düello talep eder. D’Hubert şaşkınlıkla kabul eder ve bu ilk düello, bir tetikleyici olur. Yıllar sürecek bir kin zinciri böylece başlar. Film boyunca ikili, farklı cephelerde, şehirlerde ve toplumsal koşullarda tekrar tekrar karşı karşıya gelirler. Her karşılaşma, tarihsel olayların gölgesinde şekillenir. Napolyon’un tarihsel yükselişi ve düşüşü, savaşın getirdiği yıkımlar, siyasi değişimler ve ikilinin iç dünyalarındaki sarsıntılar yan konu olarak belirleyici olmuşlardır. Ancak değişmeyen tek şey, Feraud’nun bitmek bilmeyen hesaplaşma arzusu ve D’Hubert’in kendini bir türlü bu girdaptan kurtaramayışıdır. Zaman geçtikçe düellolar sadece fiziksel mücadele olmaktan çıkar; bir kimlik savaşına ya da başka bir deyimle bir varoluş mücadelesine dönüşür.
Filmdeki karakterleri daha detaylı anlatacak olursak; Keith Carradine'nin canlandırdığı Armand d’Hubert karakteri zeki, ölçülü ve entelektüel bir subaydır. Toplum kurallarına ve ahlaki değerlere bağlı bir kişilik olarak tanımlanabilir. Feraud’un hiddetini anlamakta güçlük çeker; ancak zamanla bu öfkenin onun üzerinde bıraktığı psikolojik baskı, kendi içindeki karanlıkla yüzleşmesine neden olur ve onun serinkanlılığı, bir süre sonra yorgun bir çaresizliğe dönüşür. Harvey Keitel'ın canlandırdığı Gabriel Feraud karakteri ise tutkulu, saldırgan, içgüdüleriyle hareket eden bir karakterdir. Onuruna yapılan en küçük dokunuşu, ölüm kalım meselesi haline getirir. Feraud'un karakteri, dönemin şiddet ve hiyerarşiyle şekillenen erkeklik anlayışının vücut bulmuş halidir denilebilir. O, savaşın ve çatışmanın içselleşmiş hali gibidir. Kendi gururunu savunurken, aslında hiçbir zaman neyle savaştığını tam olarak bilmez.
Yaklaşık iki aydır Ridley Scott filmlerini anlattığım yazıları da baz alarak bugün hâlâ çok bilinmeyen ama bilenler tarafından büyük bir beğeniyle anılan bu film, Ridley Scott’ın yönetmenliğindeki özgün bakışı ve film tarzını anlamak için eşsiz bir başlangıç noktasıdır. Filmin önemi yalnızca konusundan ibaret olmayıp, hem biçim hem de içerik açısından dönemi için yenilikçidir denilebilir. 1970’lerin sonunda Hollywood sinemasında hâkim olan modernist ve “Yeni Hollywood” anlayışının da dışında, çok daha klasik, Avrupai tarzda bir sinema dilini tercih etmiştir. Film de, kılıçların gölgesinde yaşanan bir hayatın, aslında ne kadar sessiz, trajik ve insani olabileceği anlatılmak istenmiştir. Yüzeyde iki adamın düello zinciri gibi görünse de, derinlerde insan doğasının inatçılığı, onur anlayışının zamanla nasıl bir saplantıya dönüşebileceği, sınıf farklılıkları, savaşın ruhsal tahribatı ve kişisel ideallerin politik
iklimle çatışması gibi evrensel temalar işlenmiştir. Bu nedenle sadece bir tarihsel dönem filmi değil, aynı zamanda bir karakter çatışmasının, ahlaki bir çerçevede işlendiği bir yapım olmuştur da denilebilir.
Özetle film, Ridley Scott, ilk uzun metraj filmi olarak; büyük laflar etmeden, gürültüsüz ama etkileyici bir sinema dili kuran, aksiyondan çok atmosfer, psikolojiden çok varoluş üzerine kurulu bir yapım olmuştur. Her kadrajı tablo, her diyaloğu sorgulayıcıdır. Eğer sinemada anlatmaktan çok hissettirmek üzerine kurulu bir anlatımı seviyorsanız, bu film ilginizi çekecektir. İyi seyirler…