1980’li yılların sonlarında Amerikan sinemasında, bilimkurgudan sonra suç dünyasına bir yönelim olur. Ridley Scott’ın yönettiği 1989 yapımı bu film de, hem suçla hem de adaletle ilgili polisiye bir filmdir. Film Amerikan ve Japon kültürleri arası farklılıkların, değer sistemlerinin ve kişisel dönüşümün perdeye yansıtıldığı etkileyici bir sinema filmidir. İzleyiciler, Tokyo’nun puslu sokaklarında, Amerikan polisinin kendine has hoyratlığı, Japon polis teşkilatının geleneklerle harmanlanmış disipliniyle karşılaşırlar. Aslında bir nevi hareketli bir atmosferde geçen bir doğu-batı çatışması çıkar karşımıza.
Filmin genel olarak konusu; tecrübeli ama sorunlu bir polis olan Nick Conklin, ortağı Charlie Vincent ile birlikte bir cinayet soruşturmasının ortasındadırlar. Cinayet, Amerikan topraklarında işlenmiştir ancak bulunan izler, olayın Japon organize suç dünyasıyla bağlantılı olduğunu gösterir. Bu bağlantının merkezinde ise Japonya’da aranan tehlikeli bir Yakuza üyesi olan Koji Sato yer alır. Nick ve Charlie, Sato’yu yakalamayı başarır ve onu Japonya’ya teslim etmekle görevlendirilirler. Ancak Tokyo’ya iner inmez, Sato’yu teslim ettikleri kişilerin aslında Yakuza tarafından görevlendirilmiş sahte polisler olduğu ortaya çıkar. Böylece Sato tekrar serbest kalır ve kahramanlarımız, kendilerini tamamen yabancı oldukları bir sistemin içinde bulurlar. Artık sadece Sato’nun peşinde değil, aynı zamanda kendi hatalarının ve içsel hesaplaşmalarının da peşindedirler. Osaka’da görevlendirilen tecrübeli ama kuralcı bir dedektif olan Masahiro Matsumoto ile istemeden de olsa ortak olurlar. Matsumoto, Nick ve Charlie'nin yöntemlerinden hoşlanmasa da görev gereği iş birliği yapmak zorundadır. Film, bu üçlünün Sato ve Yakuza ile mücadelesini, Japon sistemine karşı kendi doğrularını savunma çabalarını ve bu süreçte yaşadıkları çatışmaları işler. Olaylar ilerledikçe trajik bir kırılma yaşanır. Charlie, bir suikastte hayatını kaybeder. Bu kayıp, Nick'in karakterinde bir dönüm noktası olur. Başlangıçta kayıtsız ve umursamaz görünen Nick, arkadaşının ölümüyle birlikte ciddi bir içsel dönüşüm yaşamaya başlar. Artık bu dava, sadece bir görev değil; bir intikam ve onur meselesidir de.
Filmdeki karakterlere gelecek olursak; Michael Douglas’ın canlandırdığı Nick karakteri, klasik Amerikan sinemasında sıkça görebileceğimiz, kendi başına buyruk, kurallara uymayan, şımarık, ama yetenekli polis karakteridir. New York’ta o aralar yolsuzluk soruşturması geçirir. Japonya’ya gittiğinde kendini tamamen farklı bir dünyada bulur. Burada işe yaramayan yöntemleri, onun ne kadar sığ bir bakış açısına sahip olduğunu gösterir. Charlie’nin ölümü ile de, o bu dünyanın değerlerini anlamaya başlar. Bu olay, Nick’in sadece bir polis değil, bir insan olarak da büyüme hikayesidir diyebiliriz. Andy Garcia’nın canlandırdığı Charlie, ise Nick’in tersine daha uyumlu, Japon kültürüne saygılı bir karakterdir. Mizahi yönüyle filmi yumuşatsa da, trajik ölümü ile hikayeye ciddi bir ağırlık katmıştır. Charlie, çoğu sahnede Amerikan rahatlığıyla Japon disiplininin arasında köprü olmaya çalışır. Japon polis müfettiş yardımcısı olan Matsumoto’da, Japon polis teşkilatının disiplinli, topluma karşı sorumluluk duyan ve geleneklerine bağlı bir karakterdir. Nick ile yer yer çatışma halindedirler. Fakat bu çatışma sadece kişisel çatışmalar değil, iki dünya görüşü arasındadır. Zamanla aralarında oluşan karşılıklı saygı da, filmin iki kültür arasındaki samimiyetini güçlendiren kazanımlarından biri olmuştur. Son önemli karakter olan Yūsaku Matsuda’nın canlandırdığı Sato karakteri de, karizmatik ve tehlikeli bir suçludur. Amerikan polis filmlerindeki klasik kötü adam gibi değildir. Onun kötülüğü, sadece şiddetten değil, düzene olan nefretten de beslenir. Film boyunca tam anlamıyla kendi sistemine bile başkaldıran bir anarşist gibidir.
Filmin en güçlü temalarından biri, Amerikan ve Japon kültürleri arasındaki farklılıkların işlenişidir. Nick’in, Japon disiplini ve sabrı karşısındaki hırçınlığı sadece bireysel değil, sistemsel bir çatışmayı da gözler önüne serer. Bu çatışma, film boyunca Nick’in Japon değerlerini anlamaya başlamasıyla yumuşar. Amerikan tarzı hızlı ve sonuç odaklı polislik ile Japonya’nın kuralcı ve sabırlı sistemi arasında ciddi bir fark vardır. Bu fark filmde, adaletin yalnızca sonuç değil, süreçle de ilgili olduğunu, etik bir biçimde gösterir.
Filmi değerli kılan şey, sadece şiddetin veya kovalamacaların sinematik gücü değil, bunların arkasındaki kültürel ve ahlaki çatışmaları başarıyla yansıtabilmesidir. Yalnızca suçlarla ya da suçlularla değil, karakterlerin kendi içindeki boşluklarla da savaştığı bir filmdir. Nick Conklin’in dönüşümü, bir toplumun değerlerini anlamanın dönüşümü ve yolculuğudur. Dolayısı ile Ridley Scott, bu yapımda aksiyon ve suç temalarını klasik Hollywood kalıplarının ötesine taşıyarak kültürel bir yapıya da dönüştürmüştür diyebiliriz. Filmi izlemeyenlerin izlemesini mutlaka tavsiye ederim iyi seyirler…