Eylül geldi. Takvimdeki bir yaprak daha döküldü. Güneş hâlâ ısıtıyor ama gölgeler uzamaya başladı. Ankara’nın kaldırımlarında yürürken, insan fark etmese de biraz daha içine dönüyor. Sonbahar, dışarıdan içeriye doğru bir çağrıdır aslında. Hem doğaya hem insana.
Yapraklar sararıyor, rüzgâr daha düşünceli esiyor. Okullar açıldı, sokaklar yeniden çocuk sesleriyle doldu. Ama bu seslerin arasında bir dinginlik var artık. Yazın telaşı yerini bir tür kabullenişe bırakıyor. Sonbahar, hızın değil, durmanın mevsimi.
Şehir de bunu biliyor. Ankara’nın parklarında, caddelerinde, semt pazarlarında bir yavaşlama var. Esnaf sabahları daha erken açıyor dükkânını ama daha az konuşuyor. İnsanlar daha çok düşünüyor, daha az anlatıyor. Belki de sonbahar, anlatmaktan çok anlamanın mevsimidir.
Gerçekçi olmak gerekirse, bu mevsim aynı zamanda geçim derdinin, yeni başlangıçların ve belirsizliklerin de mevsimi. Kimi için okul masrafları, kimi için kira artışları, kimi için yalnızlık. Ama tüm bunların arasında bir şey var ki sonbahar onu hep hatırlatır: Geçicilik.
Her şey geçiyor. Yapraklar gibi, günler gibi, duygular gibi. Ama bu geçicilik, bir boşluk değil. Tam tersine, bir doluluk. Çünkü sonbahar, insanın kendine en çok yaklaştığı mevsimdir. Dışarıda eksilen her şey, içeride çoğalır.
Bu Eylül’de, Ankara’da bir bank köşesinde oturup sararan ağaçlara bakarken, belki de şunu hatırlamak gerek: Her dökülen yaprak, bir hatıradır. Ve her hatıra, bizi biz yapan şeydir.