Gazetecinin nasıl ki halkın haber alma hakkını sağlamak ve onları bilgilendirmek gibi temel bir görevi varsa aynı zamanda yaptığı haberlerle ya da yazdığı köşelerle yerel yönetimleri bilgilendirme ve kamunun çıkarından yana tavır koyma görevi de var. Bu görev, iletişim fakültelerinde ‘gazetecinin görevleri’ arasında öğrencilere ders olarak öğretilmese de var. Özellikle üzerinde yazı yazılan ya da haber yapılan konu yerel ise ve gazeteci yerelde çalışıyorsa bilgilendirme ya da kamudan yana tavır koyma daha da önemli bir hal alır.

Uzun yıllardır yerelde çalışan bir gazeteci olarak bu tarz birçok habere imza attım. Geri dönüşlerin olduğu, sorunların çözüldüğü sayılı haberlerimiz oldu. Önemli olan da Ankara’yı tarihi ve kültürüyle daha yaşanılır bir yer kılmak değil mi? Yerel yöneticiler çalışmalarıyla, gazeteciler ise haber ve yazılarıyla bu sürece katkı sunarlar. Hatta bir kenti güzelleştirmek ve adından bahsedilir hale getirmek sadece bu iki kişinin de görevi değil. Turist rehberinden tutun, tarihçisine kadar herkesin bir görevi ya da misyonu var. Bizim misyonumuz ise gördüklerimizi yazmak ve çözüm üretilmesini beklemektir ya da sağlamaktır.

Uzun zamandır Ulucanlar Cezaevi Müzesi yakınlarında oturuyorum. Müzeyi, açıldığı 2011 yılından beri neredeyse yılda üç ya da dört defa ziyaret ederim. Bu ziyaret sayımı abartılı bulan olabilir ama sırf Yılmaz Güney’in ve Ahmet Arif’in mahkum olarak yattığı yeri görmek, eski gazete küpürlerine bakmak ve 1970’lerin zihin yolculuğuna çıkmak bile, bana birçok şeyi kazandırıyor diyebilirim. Hatta hemen hemen her yıl Ulucanları kaç kişinin ziyaret ettiğini de haberleştiririm. Korona ile birlikte ziyaretçi sayısı düşse de Ulucanlar, yılda 200 binin üzerinde ziyaretçiye kapısını açıyor. Ankara’ya gelerek bana misafir olan arkadaşlarımın çoğu müzeyi ziyaret etmek istediği için kendileri ile birlikte zorunlu ziyaretler yaptığım vakitler de oluyor. Zorunlu ziyaret de olsa her seferinde zevk alarak baştan sona kadar dolaşıyorum. Bir birey olarak da bu tarz yerler hep ilgimi çekmiştir, çekmeye de devam ediyor. 

Pandemiyle birlikte yaklaşık bir yıldan beridir Ulucanlar Cezaevini ziyaret etmiyordum. Hafta sonu İstanbul’dan bana misafir olarak gelen yeğenim burayı ziyaret etmek istediği için kendisiyle birlikte zorunlu bir ziyaret daha gerçekleştirdim. 5. Koğuş, 6. Koğuş bahçesinin duvarlarında ve disiplin hücrelerinin camlarının yanında film platosunun içinde yer alan karelerin eskidiği yağmur suyuyla birlikte içine çamurun dolduğu ve paslanmanın yaşandığı birçok kare ile karşı karşıya kaldım. Karelerin altında yer alan birkaç platonun yazısı okunmuyor. Bu görüntüler uzun zamandır bakım yapılmadığını gösteriyor. Ankara’nın içinden ya da dışından gelen müze ziyaretçileri için bu görüntüler hem belediye, hem müze hem de Başkent’in imajı için pek de güzel mesajlar içermiyor. Üstelik buradaki amaç ziyaretçilere yaşanmışlık adına bir şeyler vermek ve onu tarihi yolculuğa çıkarmak değil mi? Peki sormazlar mı? 8 yıl içerisinde 1,5 milyon ziyaretçisi olan bir müzenin bu kareleri neden pas ve çamur içinde? Kültürel tanıtım bunu mu gerektiriyor?  Her tam girişten 7 TL’nin alındığı müzenin hafta sonu ziyaretçi sayısı 1000 kişiyi geçiyor. Bir hafta sonu boyunca gelen ziyaretçi ücretleri ile bu fotoğraf kareleri temizlenemez mi? Altındağ Belediyesi ve Sayın Asım Balcı’nın bu sorunu acilen çözmesi gerekir. Bu kareler bir hafta sonunu daha kaldıracak durumda değiller. Ulucanlar Cezaevi Müzesini vatandaşlara açarak büyük bir işe imza atan Altındağ Belediyesi’nin bu işi en kısa zamanda çözeceğini düşünerek yazımı noktalıyorum…