Bazen bir şey okursunuz, duyarsınız, izlersiniz ve küçük dilinizi yutacağınızı sanırsınız. Geçenlerde bir yazımda 1922 yılında Türkiye gelen Sovyetler Birliği Büyükelçisi Semyon İvanoviç Aralov’un “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” kitabından söz etmiştim. Bu kitaptan bir şey daha öğrendim, ağzım açık kaldı. Böyle deniz derya bir coğrafyada yaşamaktan, darda kalana kucak açmış olmaktan gurur duydum. Gelin Anadolu’nun tam ortasında bir Rus köyü olan Cigidiya’nın hikâyesini Aralov’dan dinleyelim: “Bir gün Mustafa Kemal’le konuşurken, Paşa bana ve Abilov’a dönerek, “Akşehir’den pek uzak olmayan bir yerde, Cigidiya adlı bir Rus köyü olduğunu biliyor musunuz’ dedi. ‘Oraya gitmek ister misiniz? Size bir kılavuz veririm.’ ‘Nasıl Rus köyü? Nereden gelmişler?’ ‘Çok basit… Sizin Birinci Nikola zamanında tarikatlar takip ediliyormuş. Tarikata bağlı olanları asıyor, hapse atıyor, sürgüne gönderiliyorlarmış. Rusya’nın güneyinde de tarikatlar varmış. Çarlık hükümetinin takibatından kaçan tarikat mensupları Romanya’ya, oradan da Türkiye’ye sığınmışlar. Müslüman Türkiye onları barındırmış, kendilerine toprak vermiş.’ Cigidiya’da geniş sokaklar, ahşap ve sac kaplı damlarında, eski bacalarının üzerinde leylekler bulunan, yüksek damlı güzel evleri gördük. İki otomobilin gelişi, köy halkı arasında bir şaşkınlık yarattı. Halkın çoğu evlerine saklandı. Köyün tam ortasında durduk. Kocaman kızıl sakallı yaşlıca iki köylü yanımıza yaklaştı. Rusya’dan bir elçinin geldiğini öğrendikleri zaman, önümüzde saygı ile eğildiler. Onlardan biri orada toplanmış çocuklara seslenerek, ‘Koşun, babalarınızı buraya çağırın!’ dedi. Bütün evlerden insanlar çıkmaya başladı. Yalnızca erkekler değil kadınlar da çıktı, bunlar renkli süslemelerle kaplı bluzlar, bordürlü eteklikler giymişti. Bunlar Nekrasov tarikatına bağlıymışlar… Bunların söylediğine göre, deniz kıyısı köylerinde yerleşen başka Ruslar da varmış. Bunlar balıkçılıkla geçiniyorlarmış. Türkler bunlara kötü davranmıyorlarmış. Nekrasovcular, bütün Rus gelenek ve göreneklerini koruyorlarmış. Köy kızlarından yalnız bir tanesi bir Müslüman’la evlenerek köyden gitmiş… Bütün Cigidiya köylüleri dinde eski düzen yanlısı, oruç tutuyorlar. Rusçayı Türkçeden iyi bilmekle birlikte Rusya’yı hatırlamıyorlar. Rus biçimi giyiniyor, sakallarını kesmiyorlardı. Babaları ve dedeleri Kubanlı, Donlu ya da kısmen Samaralı. Bazılar kendilerine doğrudan Nekrasovcu diyorlar. Yalnızca eski Slav yazısını okuyorlar, içlerinde, çağdaş alfabeyi bilen çok az. O sıralarda köyde 60 kadar ev vardı. Anayurda dönmek istediklerini ifade ettiler. Köyde ilginç bir olay geçti. Sokağa çıktığımız zaman bizim askeri ataşe, köylülerle birlikte bir fotoğraf çekmeyi teklif etti. Fotoğraf makinesini hazırladı. İşte bu sırada bütün köy kadınları, ‘Çekiyor, çekiyor!’ diye çığlıklar atarak çil yavrusu gibi dağıldılar. Onlar şimdiye dek ne fotoğraf makinesi ne de bir fotoğraf görmüşlerdi. Askeri ataşe Zvonaryev’in bir borudan baktığını ve elleriyle bir şeyler yaptığını görünce kendilerini bu üçayaklı araca çekeceğini sanmışlar… Şimdi artık Nekrasovcu Türk uyruklu gençler Türk ordusunda askerliklerini yapıyorlar. Buraya ilk yerleştikleri zaman toprakları pek çokmuş ama zamanla Türkler topraklarını ellerinden almışlar. Mahkeme Türklerden yana olmuş. Bir süre sonra elçiliğe, Rusya’ya dönme konusunu görüşmek üzere köyce seçilmiş bir heyet geldi. Sovyet hükümeti Nekrasovcuların yurda dönmelerine izin verdi. Onlara Kuban’da toprak dağıtıldı. Ancak varlıklı köylülerden küçük bir azınlık Türkiye’de kaldı.” Bu arada kitapta bu kısmın anlatıldığı bölümdeki dipnottan öğreniyoruz ki Akşehir ve Manas Gölü civarındaki son Nekrasov Kazakları 1960’larda Sovyetler Birliği’ne göç etmişler. Ben hikâyeyi biraz kısaltarak yazdım. Sizlerin ise mutlaka bu kitabı edinmenizi ve gerek bu hikâyenin ayrıntılarını gerekse 1922 yılı Türkiyesi’ni bir Rus diplomatın gözünden öğrenmenizi önerim. Çok şey kazanırsınız!