Fazla üretim için fazla ödeme gerekliliğine inanan Taylor, doğal olarak ne kadar çalışma o kadar para ilkesini hayata geçirmiştir. Ne kadar çok üretim o kadar çok ücret, ne kadar az üretim o kadar az ücret demektir. Prim teşvikleri ile işçinin verimliliğini artırmaya çalışan Taylor, aynı zamanda yaptığı performanslarla hangi işçinin hangi işe daha uygun olacağını da belirliyor ve bu şekilde üretime katkı sağlıyor. Üretim arttıkça kâr olayı da doğal olarak artıyor. İşçilerin az kazanç kaygısı da ortadan kalkmış oluyor.

Bu yöntem kısaca objektif ve işçiyi koruyan bir yöntemdir. İşçi çalışıyor mu? Çalışmıyor mu? gibi kontrol mekanizmasına bile gerek kalmıyor. Çünkü çalışan işçi çalıştığı kadar alabiliyor. Ya da ürettiği kadar alabiliyor. Ülkemizin çalışma koşulları düşünüldüğünde sabah sekiz işe giriş saati akşam beş çıkış saati çerçevesinde bir çalışma sistemi mevcut. Hatta bu sistem çoğu yerde özellikle asgari ücret ile çalışan birçok kurumda köleleştirilme koşullarına vardırılarak sabah sekiz giriş saati akşam sekiz çıkış saatini de bulabiliyor.

Yani işçi bazen 12 saat çalışmasına rağmen de aynı ücreti alabiliyor. Hatta 12 saat çalışan işçi 8 saat çalışan bir işçiden daha az para bile alabiliyor. Eşitsiz, kontrolsüz bir mekanizma mevcut ve işliyor. Bu mekanizma içerisinde işçi daha çok sömürülüyor ve işçinin her geçen gün verimi de düşürülmüş oluyor. Bu sistemde hangi işçinin hangi alanda daha çok uzman olduğu da tam olarak belirlenmeden çalıştırılıyor. Birçok kurum, kuruluş ve fabrikada torpil devreye giriyor. Kişinin işe uygunluğuna bile bakılmadan işe alınıyor. Bu durum birlikte üretimi ve daha çok üretim, hizmeti sekteye uğratıyor. Bu açıdan bakıldığında Taylorist bir örgütlenmenin ya da çalışmanın işçiye harcadığı emek karşılığında ya da harcadığı emek kadar kazanç olarak geri dönüş yapması işçi açısından kesinlikle tercih edilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Verilen primler verimliliği artırdığı gibi işçinin işe adaptasyonunu da olumlu yönde etkilemektedir.