Özel Haber: Didem Aslan Çetin  Gazetemize önemli açıklamada bulunan Türkiye’nin önemli siyasi ismi Murat Karayalçın, eskiden topla, tüfekle yapılan bir savaşın şimdi ekonomiyle yapıldığına dikkat çekerek, “Ekonomi bir silah şekline dönüştürüldü. Türkiye’nin, bölgeden kaynaklanan ciddi terör tehditleriyle karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Onun için NATO’nun bir güvenlik ittifakı olarak, Türkiye’nin bu tehditlere karşı daha güçlendirilmesini sağlayacak çaba içinde olması gerekir” dedi.  Türkiye siyasi tarihinde Devlet Bakanlığı, Başbakan Yardımcılığı, Dışişleri Bakanlığı, Milletvekilliği, Parti Genel Başkanlığı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı gibi önemli görevlerde bulunan Murat Karayalçın’la söyleştik. İç ve dış politikayla ilgili sorularımızı yanıtlayan, hukuk devletine, güçler ayrılığının önemine, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için Türkiye olarak yapılabileceklere dair oldukça önemli görüşlerini bizlerle içtenlikle paylaşan Karayalçın gazetemize önemli açıklamalarda bulundu.  “BU KAVRAMLARIN BİZİM YAŞAM GEREKÇEMİZ, VARLIK NEDENİMİZ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM” Başbakan Yardımcılığı, Devlet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yapmış bir devlet insanı olarak, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, tartışıldığı bir dönemde, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti kavramlarından ne anlamalıyız? Hem Türkiye Anayasası bunları öngördüğü için, hem evrensel değerlere sahip metinlerde ve belgelerde hukuk devleti ve insan hakları kavramları öne çıkarıldığı için, hem de bir insan, bir yurttaş olarak bu kavramlara çok önem veriyorum. Bu kavramların bizim yaşam gerekçemiz, varlık nedenimiz olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu, içinde bulunduğumuz ortamda, ülkemizde bu kavramları egemen kılmazsak Türkiye için bir gelecek görmüyorum. Bizim güçlü bir devlet olmamız ve demokratik bir yapıya kavuşup, refah düzeyimizi arttırmamız, deyim yerindeyse bakmamızı sağlamamız da bu kavramlara bağlıdır. Bir hukuk devleti olmadan, insan haklarına dayalı bir devlet olmadan da bunları yapamayız, sağlayamayız. Neden sağlayamadığımıza girmeye gerek yok ama ben bunu görüyorum, o yüzden de bunların tümünü çok önemsiyorum. “HUKUK DEVLETİNİ BİR ANLAMDA GELECEK GÜVENCESİ VE VARLIK NEDENİ OLARAK GÖRDÜĞÜMÜ BİR KEZ DAHA İFADE EDEYİM” Hukuk devletinin olmazsa olmazlarından olan kuvvetler ayrılığının zarar gördüğü noktada bu zararın hem sisteme hem topluma bir takım yansımaları olacaktır, olmaktadır da. Bu zarara dur denilmezse, bu yanlıştan dönülmezse hukuk devletine verilen zarar telafi edilmezse ne gibi sonuçlar olacağını öngörüyorsunuz? Bir bireyin sandığa gidip oy kullanmak dışında, hukuk devletine sahip çıkmak için ne gibi ödevleri veyahut hakları bulunmaktadır? Biraz önce de söylediğim gibi, bizim birliğimiz ve bütünlüğümüz, geleceğimiz, demokrasimiz, refahımız bunlar olmazsa olmaz, olamaz. Dolayısıyla bunların eksikliğinin nelere neden olacağı açık. Bunların sağlanamayacağını, bunlar olmadan, hukuk devleti olmadan, insan haklarına saygılı bir devlet olmadan, bunları gerçekleştiremeyeceğimizi düşünüyorum ve böyle bir iddiam var. Dolayısıyla bunlar bizim için, biraz önce de dediğim gibi bir anlamda varlık nedeni. Bizim için bir anlamda gelecek güvencesi. Yalnızca bunu anayasada yazdığı için söylemiyorum, yalnızca insan hakları metinlerinde, belgelerinde yer aldığı için de söylemiyorum. Bu kavramlar, onların da ötesinde önem taşıyan kavramlar. Bunun alt başlıklarına, ayrıntılarına tabii ki inebiliriz ama bu bir bütün. Bunun içinde kuvvetler ayrılığı da var, bunun içinde demokratik bir yapı ve işleyişin kurulması da var. Çok sayıda alt göstergeleri var bunların. Ben buna bir bütün olarak bakıyorum. Aslında dünyada son yıllarda ortaya çıkan gelişmeler hemen her konunun göstergelerle ölçülmesi şeklinde oluyor. Her konu için dünyada göstergeler, endeksler geliştirilmiş durumda. Ülkelerin, devletlerin yeri de işte o endekslerde sayısal olarak gösteriliyor. Bu endeksler, az önce sizin de söylemiş olduğunuz o alt başlıklardan oluşuyor. Alt başlıkların her birisi için belli bir puan veriyorlar. Daha sonra da bir hukuk devleti performansını ortaya koyuyorlar. Ona göre de ülkelere siz şu sıradasınız diyorlar. Demokrasi için de bu böyle, yargının bağımsızlığı için de böyle. Her biri için ayrı ayrı ölçümlemeler yapılıyor. Türkiye bu ölçümlemelerde üst sıralarda olmalı çünkü Türkiye’ye yakışan bu. Bu coğrafyanın gerekli kıldığı da bu. Aslında yurtta barış için de bu gerekli, dünyada barış için de ya da bölgede barış için de bu gerekli. O nedenle bunu bir anlamda gelecek güvencesi ve varlık nedeni olarak gördüğümü bir kez daha ifade edeyim. “ESKİDEN TOPLA, TÜFEKLE YAPILAN BİR SAVAŞ, ŞİMDİ EKONOMİYLE YAPILIYOR” Dünya siyasetini de Türkiye siyaseti gibi yakından takip ettiğinizi biliyoruz. Bu doğrultuda dün gerçekleşen NATO zirvesi Türkiye Finlandiya ve İsveç arasındaki mutabakatı nasıl değerlendiriyorsunuz?  10 maddelik bir mutabakat olduğunu öğrendim. Bazı maddeleri öne çıkartarak, bugün bir tartışma yapılıyordu. Onlara da bir miktar kulak verdim. Ama doğrusu metnin tümünü değerlendirmek isterim. Sonuç itibariyle bir güvenlik örgütü, yeni bir üye alırken ya da üyelik başvurusuyla ilgili bir karar vermeden önce, üyeliği ittifakın o güvenlik ittifakının durumunu ve geleceğini nasıl etkileyeceğini ortaya koyabilmeli. Yani bu ülkeleri almak iyi mi olur, kötü mü olur, benim için güvenlik risklerini arttırlar mı yoksa bu risklerin telafi edilmesinde katkıları mı olur? Düz bir mantıkla baktığımızda, bunların ortaya konması gerekir. Ama Türkiye için, bunu da aşan bir değerlendirmenin yapılması gerekiyor. Ben Türkiye’nin İsveç için koyduğu koşulları doğru buluyorum. Türkiye bu koşulları koymalıydı. İsveç Türkiye’nin güvenliği açısından istediğimiz düzeyde değil, o nedenle o koşulun sağlanması, Türkiye’nin güvenliğine dönük tehditlerin giderilmesi gerekiyordu. Finlandiya için tam olarak böyle görmüyorum. Benim bilgilerime göre Finlandiya bu çizgide değildi ama iki ülke birlikte başvurduğu için belki öyle bir değerlendirme yapıldı, belki Finlandiya da hakikaten öyle. Ayrıca sonuç itibarıyla bir güvenlik tehdidi söz konusu artık. Tehditler eskiden bildiğimiz şeklin dışında gelişmeye başladı. Yani devletten devlete savaş ilanları ve dolayısıyla resmi bir tehdit resmi bir tehlike söz konusu değil. Rusya bile Ukrayna’ya saldırısını savaş olarak nitelemiyor, özel harekat diye, özel operasyon diye bir kavram geliştirmiş, onu kullanıyor. Savaş, kavram olarak birdenbire geçen yüzyılın bir kavramı haline gelmeye başladı. Aslında savaş tekniklerinde de çok değişiklikler ortaya çıkmaya başladı değil mi? Şimdi birdenbire yaptırımlar ortaya çıkıyor, yaptırımların bizatihi kendisi bir silah haline geldi. Eskiden topla, tüfekle yapılan bir savaş, şimdi ekonomiyle yapılıyor. Ekonomi bir silah şekline dönüştürüldü. Türkiye’nin, bölgeden kaynaklanan ciddi terör tehditleriyle karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Onun için NATO’nun bir güvenlik ittifakı olarak, Türkiye’nin bu tehditlere karşı daha güçlendirilmesini sağlayacak çaba içinde olması gerekir. Ünlü 5. Madde, devletlerden, üyelerden birine yapılan saldırının tüm üyeler için geçerli olacağını ifade etmekte ama bunu bir türlü terörü de kapsayacak şekle dönüştüremedi Türkiye. Yani Afganistan’da El Kaide’nin olduğu iddiası Amerika’nın Afganistan’a saldırısı için yeterli bir gerekçe oldu ve buna da herkes destek verdi ama Türkiye’ye yapılan saldırılar o kapsamda görülmedi. Bence Madrid Doruğu’nda, bu konunun NATO’nun görev alanı içine taşınması amacıyla, Türkiye’nin çok büyük çaba harcaması gerekir. Onun dışında burada stratejik konsept konuşulacak. Stratejik konsept dediğimiz şey, tehdit algılarının ve risklerin değerlendirilmesidir. Nereden geliyor tehdit, nasıl geliyor, ne şekilde geliyor. Bunlar konuşulmadan, tartışılmadan, yalnızca Finlandiya’ya ve İsveç’e yönelik tavırlar da yeterli olmaz diye düşünüyorum. Umarım Madrid’deki Doruk Toplantısı böyle bir tartışma noktasına gelebilir, taşınabilir. Fakat dediğim gibi bir genel değerlendirme yapmak için, metni görmem lazım. “NATO İÇİNDE ÖZEL ALT İTTİFAKLARIN KURULDUĞUNA TANIK OLUYORUZ” Rusya-Ukrayna savaşı ile başlayan çatışma NATO ülkeleri arasında bir hareketliliğe yol açtı. NATO’nun kuruluşundan itibaren belki de ilk defa, NATO’nun kuruluşunun önemi bu ülkeler nezdinde ortaya çıktı. Ancak bu ülkelerdeki hareketliliğin yanı sıra komşumuz olan Yunanistan’ın 12 adalar ve hukuki statüsü Lozan Antlaşmasında belirlenmeyen bir takım adacıklar üzerinde silahlanma ve askeri hareketlilik olduğunu görmekteyiz. Bu durumda 2 NATO ülkesi arasındaki bir sorunun çözümü noktasında nasıl bir yol izlenmeli? Türk anakarasına 8 km uzaklıkta bulunan Keçi Adası olarak tanımlanan ada için Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuk açısından ne gibi bir tedbir veyahut yaptırım uygulaması gerekiyor ya da gerekir mi?  Gerekir. Çok açık bir ihlal var. İki tane temel ihlal alanı olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Lozan’dan başlayarak, çeşitli uluslararası anlaşmalarda, silahsızlandırılması öngörülen adaların, Yunanistan tarafından askeri amaçlarla kullanılmaya başlanması. İkincisi de mülkiyeti ya da kimlikleri, daha doğrusu aidiyetleri iyi tanımlanmamış ada, adacık, kaya, kayacık gibi alanların, Yunanistan tarafından işgal edilmeye başlanması. Bu da yeni bir şey değil. Yaklaşık 20 yıldır parça bölük duyuyoruz bunu. Zaman zaman TBMM’de konuşuluyor, zaman zaman basına yansıyor, zaman zaman da uluslararası kanallarda bu iddiaların yer aldığını duyuyoruz. Ben Türkiye’nin bu gelişmelerle ilgili, zamanında yeterince tepki vermediğini düşünüyorum. Bir şeyin yanlış olduğunu bizim bilmemiz yetmiyor. Bizim birbirimize propagandamızın bir anlam vermeyeceği açık. Yanlışlığı bütün dünyaya anlatmak durumundayız. Hem de çok ayrıntılı bir biçimde anlatmak durumundayız. Bizim eksikliklerimiz var, bizim bir Diasporamız yok. Yani Ermenistan’ın, Yunanistan’ın, İsrail’in Diasporası gibi bir Türk Diasporası yok maalesef. Bu önemli bir eksiklik, bunu görerek davranılmalı, bunu görerek belki başka ilişkiler kurulmalı. Yahudi Diasporası bize hep destek vermişti Ermeni diasporasına karşı, Rum, Yunan diasporasına karşı. Çok yanlış bir siyasetle, İsrail’le ilişkilerimizin kötüleşmesi, Yahudi Diasporasının bize sağlamış olduğu desteğin de ortadan kalkmasına neden olmuştur. Ayrıca iletişim olanaklarının yeterince kullanılmadığını görüyorum onu da bir eksiklik olarak niteliyorum. Türkiye, geçen yıl bizim daimi temsilcimiz aracılığıyla Birleşmiş Milletler’e şu anda konuştuğumuz durumu protesto eden bir başvuruda bulundu. Ama bunu kim biliyor, dünyada kaç ülke biliyor ya da Türkiye’de kaç kişi biliyor? “Ben başvuruda bulundum” demek yeterli değil yani, dünyayı ayağa kaldırmalısın. ABD ile Yunanistan arasında, Fransa ile Yunanistan arasında, NATO içinde özel alt ittifakların kurulduğuna tanık oluyoruz. Yani şimdi Madrid doruk toplantısında, sadece Fetöcü’lerle, PKK’lıları vereceksin koşulunu getirmek de yeterli değil bence, demin bahsettiğim konuyu da gündeme getirmek gerekiyor. “Siz ne yapıyorsunuz Yunanistan’la ve Fransa’yla üçümüz de NATO üyesi ülkeleriz, kime karşı anlaşma yapıyorsunuz” demek gerek. Asıl işin vahim tarafı şu ki, Sayın Erdoğan bunu bildiğini de ifade etti değil mi, “Biz sizin ne yaptığınızı biliyoruz” dedi. Hatta dış siyasette çok da doğru olmayan bir ifade kullanarak “Yemezler!” dedi. Madem öyle, bunun da gereğini yerine getirip, Madrid’de bunu da söylemek gerek. “Ey Biden, sen ne yapıyorsun biliyorum, sen ne yapıyorsan Rusya’ya karşı değil, bana karşı yapıyorsun, ben de bunu yemedim” demek gerek. Bunu orada gündeme getirmeyeceksen eğer, Türkiye’de nutuk atmanın ne gereği var. Maalesef şöyle bir gelişme görüyorum; hemen hemen bütün alanlarda tıkanmakta olması ya da tıkanmış olması nedeniyle, AKP yeni siyasi mücadele alanını dış siyasete taşımaya başladı. Dış siyaset alanında siyaset yapıp, hamaset yapıp buradan siyasi sonuçlar elde etmeyi umuyorlar. Bu çok tehlikeli bir şey. Kendi yaptığı her şeyi yerli ve milli olarak ilan ediyorlar, buna karşı çıktığın zaman da sen gayri milli oluyorsun. CHP, Libya ile imzaladığımız deniz yetki alanları anlaşmasını destekledi, ama Libya’da askeri varlığımızın riskli olacağını değerlendirdi. Bu değerlendirme sebebiyle kıyameti kopardılar milli değilsiniz diye. Bu şekilde seçime gitmeye çalışıyorlar ve gidecekler de. Yani dış siyaset mücadele alanı olarak önümüze geliyor. CHP’nin de onların bu yaklaşımına karşı çıkanların da, bunun milli siyaset olmadığını, Türkiye’nin yararına olmadığını anlatmaları gerekiyor. Biraz önce de söyledim, barış bizim için her şey, yurtta barış, bölgede barış çok önemli. Yurtta barış yoksa, bölgede de barış olmuyor, bölgede barış yoksa yurtta da olmuyor. Onun için Türk dış siyasetinin önemli bir unsurudur barış. Komşuların iç işlerine karışmama Türk dış siyasetinin çok önemli bir unsurudur. Özellikle Arap ülkelerinin iç işlerine karışmamak çok önemli bir unsurdur. Yani muhalefete düşen görev, milli dış siyaseti tanımlamak olmalıdır; o da Atatürk çizgisidir. Yani Mustafa Kemal Atatürk’ün baştan itibaren ördüğü dış siyaset çizgisinin, temel çizgi olduğunu düşünüyorum ben, bu vesileyle onu da söylemiş olayım. “ÇÖZÜM DEMOKRASİDİR, HALKIN DEVLET ERKLERİNİN İÇİNE GİRMESİDİR” Sizce en ideal devlet idare biçimi nedir? Bugün kimi Avrupa ülkelerinde monarşinin anti demokratikleşme ve otokrasinin önünde bir engel olduğu yönünde bir yaklaşımı nasıl değerlendirirsiniz? Her ülkenin kendi tarihsel geçmişi var ve her ülke kendi deneyimini yaşıyor. Çözüm demokrasidir, egemen halkın arzularının, tercihlerinin uygulanmasıdır. Öte yandan temsili demokrasinin de gittikçe zayıflamakta olduğunu görüyorum. Demek ki temsili demokrasi, istediğimiz demokratik yapı ve işleyişi getirmekte yeterli değil. Bu devlet erklerinin birbirini dengelemeleri, denetlemeleri de yeterli olmuyor, onu da görüyorum. Eğer yeterli olsaydı, 2018 Haziran’ında “Tek Adam” rejimine geçmezdik. Bana göre olması gereken, halkın devlet erklerinin içine girmesidir. Karar ve uygulama süreçlerinde halkın yer almasıdır. Yeni bir demokrasi modeli, yeni bir kamu yönetimi sistemi geliştirmeliyiz, bunu tartışmalıyız diye düşünüyorum.   Demokrasinin, otokrasiye dönüşmede bir araç olarak kullanılmasına nasıl engel olunabilir, hukuk devleti çerçevesinde, anayasal kurumlarla bunun önüne nasıl geçilebilir? İşte bunu engelleyemedi. Sayın Erdoğan demokrasiyi tramvaya benzetmişti, işime gelen durakta inerim demişti, öyle yaklaştığın zaman zaten sonuçta böyle bir resimle kaçınılmaz bir biçimde karşı karşıya kalıyorsun. Şimdi 6 partinin birlikteliğinin de çok seslendirdiği konu bu, cumhuriyetimizin demokratikleştirilmesini sağlayacağız diyorlar. İşte orada yeni yöntemleri devreye sokmalıyız. Yani şimdiye kadar niye sağlayamadık, birinci yüzyılda niye sağlayamadık, ikinci yüzyılda nasıl sağlayacağız? Böyle bir söylemin kullanılması çok çekici, çok etkileyici ama tek başına yeterli değil bence. çok ciddi bir tartışmaya çok ciddi bir arayışa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Aslında dünya için de bu böyle, dünyada da bunun böyle olması gerekiyor. Biz bir süredir arkadaşlar olarak İran seçimlerinden bu yana gittikçe düşen seçimlere katılım oranlarını izliyoruz. İran’da, Ermenistan’da en son Fransa’da izledik, çok ciddi bir gerileme var demek ki. Yeni bir yapıya ihtiyaç var, yeni bir tanımlamaya ihtiyaç var, bunu sağlamak durumundayız. Devamı yarın..