Görmekle bakmak arasında her zaman fark vardır. Hayatımızda da öyle sadece görmek istediğimiz şeye odaklanır gerisini göz ardı ederiz. Geçenlerde internette bir mesnevi hikayesine denk geldim “Bir Hintli, hayatlarında hiç fil görmemiş insanların yaşadığı bir köye bir fil getirdi; fili karanlık bir ahıra koydu. Ertesi gün, fili köylülere gösterecekti. Ama meraklı birkaç kişi hayvanı hemen görmek için o kapkaranlık ahıra toplandı. Ancak ahır o kadar karanlıktı ki, fil gözle görülemiyordu. Adamlardan hiçbiri de yanlarında mum getirmeyi akıl edememişti. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık ahırda, file ellerini sürerek onu tanımaya çalıştılar. Birinin eline filin kulağı geldi; “Fil bir oluğa benzer,” dedi. Başka birinin eline ayağı geldi; “Fil bir direğe benzer,” dedi. Bir başkası da sırtını ellemişti; “Fil bir taht gibidir,” dedi. Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya başladı. Bundan dolayı fili tarifleri de farklı farklıydı. Eğer herkesin elinde bir mum olsaydı, fili tariflerinde bir farklılık kalmazdı. Duygu gözü, ancak avuca, köpüğe benzer; avuç bütün fili birden elleyemez ki! Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başkadır. Köpüğü bırak da, denizi görmeye bak sen. Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Ama ne şaşılacak şeydir ki, sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun.”