Gazetecilik Halkla İlişkiler Yüksek Okulu'ndan mezun olduktan sonra, Gazeteciliğe 1966'da Ulus Gazetesi'nde başlayan, Eski Güneş Gazetesi'nde Genel Yayın Müdürlüğü dahil, Barış, Ankara Telgraf, Hürriyet, Politika, Dünya, Flaş Gazeteleri ve Toplum, Yedi Gün, Arayış dergilerinde çalışan duayen gazeteci Nahit Duru ile gazeteciliği konuştuk. Parlamento muhabirliği görevinde de bulunan ve Arayış adlı bir kitabı olan gazeteci Duru, devletin iktidardan bağımsız yerel gazeteciliği ciddi derecede desteklemesi gerektiğini söyledi. "BEN MAAŞIYLA GEÇİNMEYE ÇALIŞAN BİR GAZETECİYİM" 50 yıllık gazetecilik döneminde hiçbir biçimde ne kendisi için ne de bir başkası için iş takip etmediğini belirten Duru, "Ne patronum için ne de kendim için bir bakan kapısında herhangi bir yerde ricacı olmadım. Ben maaşıyla geçinmeye çalışan bir gazeteciyim. Bir gazeteci ne kadar yüksek maaş alırsa alsın, maaşıyla zengin olamaz. Eğer bir gazeteci aldığı maaş ile zengin oluyorsa, gazetecinin nasıl zengin olduğuna bakmak gerekir. Eğer ki gazetecinin zenginliği aileden kalmışsa saygı duyarım. Ama bir memur çocuğunun yatları, katları, villaları ve bankada hesabında dolarları varsa buna benim aklım ermez" diye konuştu. "GAZETECİLİK HALKIN DOĞRU BİLGİ ALMASIDIR" Gazeteciliğin halkın doğru haber almasını ve bilgilendirilmesini sağlamak için kurulmuş bir kurum olduğunu ifade eden Duru, "Benim çalıştığım dönemde Demirel'in sadece Günaydın Gazetesi'ne bir ceza davası açtığına tanık olduk. O da hanımına dil uzatıldığı için açtığı davadır. Demirel açtığı bir kaç tazminat davasından aldığı paraları da hayır kurumlarına bağışlamıştır. Ecevit ve Erdal İnönü ise hiç dava açmamıştır. İsmet paşa ise 1 kuruşluk davalar açardı" dedi. "DÜNÜ DOĞRU BİLMEZSENİZ BUGÜNÜ YANLIŞ YORUMLAMIŞ OLURSUNUZ" Cumhuriyet döneminde tek tip insan yaratılıyor diye okullarda kullanılan kara önlüklerin eleştirildiğini söyleyen Duru, "Oysa kara önlük özgürlük sınırlaması ve tek tip insan yetiştirme amacına yönelik değildi. Türkiye çok fakir bir ülkeydi. Ülkede çok az da bir zengin kesim vardı. Zengin ve fakir çocuklar arasında fark olmasın, herhangi bir kompleks yaşanmasın diye, hem zengin hem de fakir çocuğuna kara önlük giydirilmiştir. Dünü doğru bilmezseniz bugünü yanlış yorumlamış olursunuz. Artık ne dünü anlatabiliyoruz halkımıza ne de bugünü yorumlayabiliyoruz. Lozan'dan önce verilmiş torakların Lozan'da verilmiş gibi gösterildiği bir dönemi yaşıyoruz. Tüm bu yaşananları anlatan gazete sayısı ya bir ya da ikidir. Bir gazetecinin bir başka gazeteyi yönettiği dönemdeyiz" şeklinde konuştu. "ÖZAL'A RAĞMEN PATRONUM BENİ İŞİMDEN KOVMADI" Turgut Özal'ın başbakan olduğu dönemin basın için pek parlak olmadığını hatırlatan Duru, "O dönemler ben Güneş Gazetesi'nde çalışıyordum. Özal'ı eleştirdiğim ve Çetin Altan'ın bir yazısını gazeteye koymadığım için, Turgut Bey Mehmet Ali Yılmaz'ı telefonla aradı. Benim işime son verilmesini ısrarla belirtti. Mehmet Ali Bey, Özal'a; bu gazetenin patronu benim ama bu gazeteyi yapan Nahit Duru'dur. Nahit Duru isterse kendi işine son verir. Ben kendisinin işine son veremem dedi. Bu dönemde ne öyle bir patron ne de öyle bir gazeteci kaldı. Gazeteci iktidara yaranmak için bir diğer meslektaşını ispiyonlamaya başladı. Eskiden gazetecilik böyle yapılmıyordu" dedi.   Yerel gazeteciliğin Türkiye'de ne yazık ki yeteri kadar ciddiye alınmadığını kaydeden Duru konuşmasını şu şekilde sürdürdü: "YEREL GAZETECİLİK DEVLET TARAFINDAN DESTEKLENMELİDİR" Yerel gazetecilik ne yazık ki Türkiye'de ciddiye alınmayan ve devlet tarafından desteklenmesi gerekirken, köstek olunan kuruluşlardır. Birçoğu para kazanmadan, birçoğu babadan kalan gazeteyi devam ettirmek için malvarlığını satan ve giderek fakirleşen ama gazeteciliği yaşatmak isteyen fedakar patronlardan oluşuyor. Devlet, yerel gazetelere, iktidarın yardımından bağımsız yardım etmelidir. Ciddi şekilde yardım etmelidir. Demokrat Parti döneminde gazeteler kendilerini çevirebiliyorlardı. Buna muhalif gazeteler de dahildir. Bu durum 12 Eylül'den sonra bozuldu. Yerel gazeteler iyice ikinci, üçüncü plana düştü. Yaygın gazetelere de aynı şekilde ilan verildiği için, yerel gazeteler ilan pastasından pay almaktan güçlük çeker hale geldiler. Ya da çok küçük paylar almaya başladılar. Yerel gazeteler mutlaka ve mutlaka devlet tarafından desteklenmelidir. "ANKARA BASINI ZAMANLA ÖLDÜRÜLDÜ" Ankara'da Ulus, Zafer, Adalet ve Başkent gazeteleri vardı. Zafer, Adalet ve Ulus aynı zamanda Ankara merkezli Türkiye gazeteleriydi. Yani yaygın gazetelerdi. Daha sonra Barış Gazetesi çıktı. Bu gazete de yaygın gazeteydi. Fakat daha sonra Türk Hava Yolları dağıtım planına uymaması nedeniyle gazeteler merkezlerini İstanbul'a taşımaya başladılar. Ankara'da yerel gazete sayısı giderek azalmaya başladı. Çünkü pastadan pay iyice daraltıldı. Bu, özellikle 12 Eylül ve Özal döneminde uygulandı. Barış, Adalet, Tasvir ve Zafer gazeteleri sırasıyla kapatıldı. Ankara basınını bu şekilde öldürdüler. Yani şuan Anadolu basınının durumu maalesef içler acısı. "BASIN DENDİĞİNDE AKLIMIZA RÜZGARLI SOKAK GELİR" Rüzgarlı'da çok çalıştım. Rüzgarlı'ya girdiğimizde solda; Ulus Gazetesi, onun altında Son Havadis ve Ekspres, aşağıya doğruindiğimiz zaman Telgraf ve Halkçı gazeteleri, biraz ileri de Daily News ve Flaş Ankara gazeteleri vardı. Rüzgarlı'dan çıkıp sağa döndüğünüzde tasvir gazetesi vardı. Yenigün Gazetesi'de Rüzgarlı'daydı. Basın dendiğinde aklımıza Rüzgarlı Sokak gelir. Resmi Gazete bile buraya yakın bir yerde basılıyordu. Resmi Gazete Rüzgarlı'nın bir parçası gibiydi. Birinci meclis ile Rüzgarlı arasında 100 metre mesafe vardı. İkinci meclis ile arasında ise 500 metre mesafe vardı. Rüzgarlı haber merkeziydi. 1960'lara kadar da bu özelliğini korudu. Bütün bakanlıklar Ulus'taydı. Kızılay'da tarihi Kızılay binasından hariç, Kızılay diye bir yer yoktu. "ANKARA GAZETECİLERİ CİDDİ BİR DAYANIŞMA İÇERİSİNDEYDİLER" Ankara gazetecileri hangi fikirden olurlarsa olsun ciddi bir dayanışma içerisindeydiler. Rutin haberi kimsenin atlamasını istemezlerdi. Birbirlerine fotoğraf ve haber verirlerdi. Şimdiki gibi fazla gazeteci yoktu. Parlamento muhabirliğini yaptığım dönemlerde esas izlenmesi gereken haberler komisyon haberleriydi. Hangi komisyona kim girdiyse kopya alırdı. Parlamento Derneği'nin masasına bu kopyayı bırakırdı. Giden gazeteci oradan bu kopyayı alır, gazetesine yazardı. "BU DÖNEMDE GAZETECİLİKTEN GELEN PATRON BULMAK ZOR" İstanbul ve Ankara gazeteciliği arasında bugünkü gibi çekişme yoktu. Çünkü gazetelerin patronları gazeteciydi. Şimdi ise gazetecilikten gelme patron yok. Gazetecilikten gelen, muhabirlik ve köşe yazarlığı yapmış bir patronun gazeteciye, haberciye bakış açısı çok farklı olur. 1976  yılında Hürriyet'te çalışırken, yeni yeni Ankara ile İstanbul rekabeti doğmaya başladı. Bu yüzden de Hürriyet gazetesi Birsen Armağan rezaletini yaşamıştır. Birsen Armağan Bakırköy'de çıldırarak öldü diye bir haber verdiler. Ve bu haber tam yarım sayfadan oluşuyordu. Üç gün sonra Tercüman Gazetesi Hürriyet'in çıldırarak verdiği Birsen Armağan'ı Antep'te gazinoda çalışırken bulduk diye bir haber yaptı. "BÜLENT ECEVİT GAZATECİLİK YAPSAYDI ABDİ İPEKÇİ GİBİ EKOL OLURDU" Ben Gazetecilikte Bülent Ecevit'ten çok şey öğrendim. Bülent Bey keşke politikacı olmasaydı da gazeteci olarak kalabilseydi. Onun bir haberi, bir makaleyi, bir köşe yazısının nasıl oya gibi işlediğine tanık oldum. Örneğin Bülent Bey bir konuyu bilse dahi, o konuyu uzmanına sorar ve ondan görüş alırdı. Burada gocunacak bir şey yok. Çünkü halkın doğruyu bilmesine ve doğru haber alma hakkına saygı gösteriyordu. Eğer Bülent Bey bir gazeteci olarak kalsaydı Abdi İpekçi gibi bir ekol olurdu. Bülent Ecevit çok titiz çalışan bir gazeteciydi. (Güçlü ANADOLU / Kadir GÜRHAN-İrfan BAŞÇUHADAR)