Bu köşeyi takip edenler bilir, anılarda geçen Ankara’yı büyük iştahla okur, sonra onu paylaşırım. Çünkü anılar, döneme ilişkin fotoğraf niteliği taşımakla birlikte kaybolan şehir hafızasını da belgeler. İşte geçenlerde yine bir anıya rast geldim: Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun 1983 yılında Varlık Yayınları’ndan çıkan “Milli Mücadele Anılarım” isimli kitabı. Velidedeoğlu, Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelişi sırasında onu karşılayan liseliler arasındadır. Ankara’yı öyle güzel anlatır ki o günlere gidersiniz. Hiç yorum yapmadan, araya girmeden gelin 1919 ve sonrası Ankarası’nı ondan dinleyelim: “1919 Haziranı sonunda Yozgat’taki okulumuzun lise bölümünü kaldırıp yalnız orta kısmı bırakılmış, bu nedenle açıkta kalan yirmi beş kadar yatılı öğrencinin Ankara Lisesi’ne aktarılmasına karar verilmişti. ‘Tatar arabası’ denilen yaysız yük arabalarından çift atlı beş araba kiralandı. (…) Anadolu hanlarının pire lekeleriyle bezenmiş yataklarında geceleye geceleye yol alıyoruz. Yerköy, Sekili, Yahşihan, Asıyozgat (bugünkü Elmadağ), bu yolculukta not ettiğim belli başlı konaklama yerleridir. Yozgat’tan ayrıldığımızın altıncı günü Ankara’ya varıp yeni okuluma yerleştik. Ankara Lisesi, bugün Hacettepe Üniversitesi binalarının ve Yüksek İhtisas Hastanesi’nin bulunduğu tepecik üzerinde, Abdülhamit döneminde yapılmış, hükümet ve okul binalarının ortak özelliğini taşıyan, yontma taştan yapılmış sağlam, iki katlı bir yapı idi. O tarihte Ankara’da bizim okula en çok benzeyen yapı, yine yontma taştan yapılmış Hükümet Konağı (restore edilmiş biçimiyle şimdiki vilayet binası) idi. Gerek bizim okulda gerek Hükümet Konağı’nda baca bulunmadığından, kışın soba boruları, pencere camlarından bir karenin yerine geçirilen demir saçak veya tenekeyle açılan yuvarlak delikten dışarı çıkarılır ve bir dirsekle yukarı verilirdi. O tarihte on üç bin nüfuslu küçük ve bakımsız bir kasaba olan Yozgat’tan ve yollarda kaldığımız harap köy evleri ve hanlardan sonra Ankara gözlerimize büyük bir kent gibi göründü. İzinli saatlerimizde birkaç arkadaş birkaç arkadaş birleşip Ankara’yı dolaşmaya başladık. İlk işimiz Kale’ye çıkmak oldu. Oradan bütün Ankara kentinin dolaylarındaki tepeler ve dağlar çepeçevre görünüyordu. Kale’nin bulunduğu tepenin güney yönündeki tepe (bugünkü Altındağ Mahallesi) bomboştu. Yalnız tam doğusunda, araları açık sütunlar üzerine oturtulmuş, üstü kubbeli, küçük roma tapınaklarına benzeyen bir yapı vardı. Yanlış olarak ‘Timurlenk’in mezarı’ diyorlardı ona. Kentin dolaylarındaki tepelerde bulunan bağlar, çıplak Asya doğasının gri rengi üzerinde egemenlik kuramayan bodur ağaçlarıyla donuk bir bozkır yeşilliği halinde görünüyordu uzaktan. Dikmen, Çankaya, Küçükesat, İncesu, Cebeci ve onların tam karşı yönünde Keçiören bağları, Ankara’nın belli başlı bağlarıydı. Bağ sahipleri yazın bütün aileleriyle birlikte oralara göçerdi. At, araba veya eşek ile bu bağlardan kimisine bir, kimisine iki-üç saatte ulaşılabilirdi. Akşam serinliği çıkınca bağ sahipleri yiyecek alışverişi yapıp ve öbür ev gereksinmelerini satın alıp hayvan veya arabalarına binerek tozlu bağ yollarına çıktıkları için küçük Ankara ovasının özellikle Küçükesat, Çankaya ve Dikmen’e doğru uzanan bölümü, yani bugünkü Yenişehir’in bulunduğu düzlüğü, durgun havalarda her akşam bir toz bulutu kaplardı. Uzaklarda Elmadağ görünüyordu.”