İkinci Dünya Savaşı yılları tüm dünya için zor yıllardı. Türkiye bu savaşa girmedi. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün deyimiyle ülke, “Ekmeksiz kaldı ama babasız kalmadı.” Her ne kadar savaşa girilmese de savaşın acısından, facialarından Türkiye de payına düşeni aldı. Bunlardan biri, Struma faciasıydı. Struma tam bir insanlık dramı ya da aslında insanlıktan çıkmak, insan olmaktan utanmaktı. Ancak bugün size, Struma olayından yaklaşık sekiz ay önce yaşanan bir başka acı olayı, “Refah Vapuru Faciası”nı anlatacağım. Türkiye 1930’larda dünyayı kasıp kavuracak büyük bir savaşın geldiğini görüyor, Kara ve Hava Kuvvetleri gibi Deniz Kuvvetleri’ni de güçlendirmek için çareler arıyordu. Bu maksatla 1939’da savaş başlamadan önce İngiltere’ye dört denizaltı ile dört muhrip sipariş edildi. Öte yandan denizaltı ve muhripler inşa edildiğinde savaş başlamış, dünya ateşler içinde yanıyordu. Türkiye’yi bu kez Almanya’ya karşı yanında isteyen İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nda yaptığını yapmadı. Siparişleri inşa etti ve Türkiye’ye teslim etme kararı verdi. Ancak denizaltı ve muhripleri teslim alma konusunda uzmanlaşması için askeri bir grubun İngiltere’ye gelmesini isteniyordu. Talep edilen personel, denizyolu ile Mısır’ın Port Sait Limanı’na gidecek, oradan da uçaklarla İngiltere’ye ulaşacaktı. Türkiye hızla uzman bir ekip kurdu. Vapurun personeli de dâhil 200 kişilik kafile 23 Haziran 1941’de Mersin’den hareket etti. Vapurda İngiltere’de tayyarecilik eğitimi alacak subay adayları da vardı. İlk başta her şey güzel gidiyordu. Vapur, Mersin’den ayrılalı 40-45 mil olmuş, saatler de 23.01’i gösteriyordu. Tam bu sırada şilebin personeli büyük bir gürültü ile irkildi. Kimliği belirsiz bir denizaltı, torpiliyle gemiyi vurmuştu. Telsiz sistemi arızalandığı için Mersin’deki liman ile irtibat kurulamadı. Ölümcül yara alan Refah Şilebi hızla Akdeniz’in karanlık sularına gömüldü. 167 Türk ve bir İngiliz olmak üzere 168 kişi hayatını kaybetti. Kurtulanların hikâyeleri de insanın boğazının düğümlenmesine neden olur. Beni en çok etkileyen ise vapurun parçalarından yaptıkları sal ile kıyıya ulaşmaya çalışan üç kişinin hikâyesidir. Gelin hikâyeyi Osman Yalçın ve Mustafa Şahin’in Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nde 2018’de yayımladıkları, “İkinci Dünya Savaşı’nda Refah Şilebi Hadisesi ve Sonrası Gelişmeler” başlıklı makalelerinden okuyalım: “Abdullah Şay, Kamil İnan ve Kadir Karaül yaptıkları sal ile denizde dalga ve geceleyin soğuyan havanın olumsuzlukları ile mücadele ederler. Sabaha karşı Abdullah Şay donmaya karşı atletini çıkarıp çiğnemeye başlamış ve bu şekilde kendini toplamaya çalışmıştır. Diğerleri de onu taklit etmişler, sabahleyin oldukça yorgun halde denizde kendilerini kaybedecek hale gelmişlerdir. Kadir Karaül, ‘Bakın geliyorlar, bizi kurtarmaya geliyorlar’ diye kendini denize bırakıp kaybolmuştur. Diğer ikisinin de kendilerini denize bırakacakları bir sırada yaklaşan bir motor onları kurtarmıştır.” Vapurun batırılması Türkiye’nin güvenliğine açık bir müdahaledir. Peki, vapuru kim batırdı? İngilizler, kendilerinin yapmadığını açıkladı. Bu açıklamayı Almanlar ve İtalyanların benzer açıklamaları izledi. Vapurun batırılmasını kimse üstlenmiyordu. Çünkü dengeler çok hassastı. Saldırıyı kim üstlense Türkiye savaşta karşı tarafa geçecekti. TBMM’de de şiddetli tartışmalar yaşandı, ilgili bakanlar görevlerinden istifa etmek zorunda kaldı. Çok çok sonra Türkiye’ye vapurun Fransızlar tarafından yanlışlıkla vurulduğu bildirildi. En azından bulgular “yanlışlıkla” olduğunu işaret ediyordu. Aradan geçen bunca seneye rağmen vapurun batırılışı üzerindeki sır perdesi hâlâ tam olarak kalkmadı. İddialara göre Fransızlar, gizli pazarlıklar sonrası iki savaş gemisini tazminat olarak Türkiye’ye verdi ve konu kapandı.