Okula kayıt için Sivas’a gidip geri dönmüştük ve bir haftalık izinle köye gelmiştik, bundan sonraki yolculukları artık tek başıma yapacaktım buna hazırlanıyordum. Otobüsün geçtiği iller ilçeler bana anlatılıyordu, mola yerlerinin altı önemle çiziliyor ve sıkı tembihlerle nelere dikkat etmem gerektiği nakış işler gibi zihnime işleniyordu. Paramı nasıl muhafaza edeceğimden, otobüs bozulursa yolda kalırsa ya da ineceğim yeri unutur ve kaçırırsam diye akla gelebilecek bütün senaryolara karşı hareket ve çözümlerle donatılıyordum. Askeri darbe daha çok yeni olduğu için yollarda çok sık kimlik kontrolleri oluyordu buna karşı bile hazırlanmıştım. Asker ya da polis bana soru sorduğunda ATATÜRK’ün bizi Yunan’dan, Evren Paşa’nın da anarşistlerden kurtardığını ve o dönemki kuvvet komutanlarının adlarını ezberlemiştim. Evdeki telkinler bununla kalmıyordu, sanki 11 yaşında bir çocuk değil askere gidecek genç delikanlı muamelesi ile karşı karşıyaydım. Çocukluktan belki fiziki olarak çıkmamıştım ama psikolojik olarak büyümüştüm ve bu durum hoşuma da gidiyordu. 

Sarı bavulu taşıyamayacağım durumlarda sürüklemem gerektiğini de öğrenmiştim. Bütün bu hazırlıklara bir de sevdiğim yemekler eklenmişti, her gün sevdiğim bir yemeğin hazırlanması ayrı bir mutluluk kaynağıydı benim için. Hele büyüklerin Camiden ya da kahveden gelirken yol üzerindeki bakkala uğrayıp kaymaklı bisküvi getirmeleri de işin cabası idi. Bu güzel günler çok çabuk geçti ve Ağrı’nın tek otobüs şirketi olan Ağrı Tur’dan biletim alınmıştı ve artık yola çıkmak için sadece bir gün kalmıştı. Günlerdir sürdürdüğüm saltanatın sonu gelmiş; içimi korku, kaygı, heyecan, endişe gibi karma karışık duygular kaplamıştı. Yediğim yemekler artık tat vermiyordu, neşem kalmamıştı, ayrılığın ne denli zor olduğunu yaşamaya başlamıştım bile. Son akşam paralarım atletimin iç kısmına cep yapılıp dikilmiş, bavulum hazırlanmıştı. Bizim yolculukların olmazsa olmazı ister askere ister gurbete çalışmaya git, yol için kete yapılırdı. Kete poşetini, biraz çerez ve meyveden oluşan yiyecekleri de yanıma alacak, bavulumu bagaja verecektim. Otobüsün plakasını da elime yazmam tembihlendi ki mola yerlerinde başka otobüslerle karıştırmayayım. 

Uyku ve uyanıklık arasında son gecemi geçirdim ve sabah kimsenin komutuna ihtiyaç duymadan kalktım. Hazırlanan kahvaltıyı yemeğe çalıştım ama lokmalar boğazımda düğümlenmiş, geçmiyordu. Köyümüzden ilçeye ulaşım at arabası ile sağlanırdı. At arabaları köyün meydanında durur, yolcularını alır ve giderlerdi. Özel yolcularda ise at arabası kapıya kadar gelirdi. Sanırım ben de özel yolcu kategorisine alınmıştım ki o gün arabacı bizim kapıya kadar gelmişti. Veda zamanı geldi bütün ev ahalisiyle sarılıp ağladıktan sonra arabaya bindim, güzel temenni ve dualarla yolcu edildim, peşimden dökülen bir maşrapa suyla birlikte artık ayrılmıştım doğup büyüdüğüm evden. Otobüsün kalkmasına yarım saat kala yazıhane dedikleri küçük bir barakadan oluşan yolcunun inip bindiği yerde biraz beklemeden sonra yazıhanecinin söylediği çayları içmeye fırsat bile bulamadan otobüs kapıya yanaştı. Muavin telaşla indi, bagaj kapaklarını açıp benim gibi bekleyen yolcuların bavul ve çantalarını hızlı bir şekilde bagaja attı. Otobüs şoförüne de gerekli tembihler yapıldıktan sonra nemli gözlerle harekete hazır otobüste yerimi aldım. Nefes alamıyordum, kendimi günlerdir bu ana hazırlanmıştım ama hepsi uçup gitmişti, biri hadi gel dese arabadan inmeye hazırdım. Bu duygular içindeyken araba çoktan hareket etmiş ve dağların arasından kıvrılarak giden yoldan zaman zaman Şeryan ırmağını takip eden yolda giderken gözlerim kapandı ve uyudum. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum ama muavinin sesiyle uyandım, avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Yarım saat yemek ve ihtiyaç molası var, çaylar şirketten ve hareket saatini kaçırmayın!” diye aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyordu. Mola yerimiz Erzurum’du benim yiyeceğim vardı zaten ama yiyecek iştah kalmamıştı. Otobüsün camları yıkandı ve o ara omuzunda kocaman bir deste lavaş eli de bir sepet haşlanmış yumurta taşıyan orta yaşlı bir adam otobüse bindi boş koltukların arasında “Lavaş!!” diye bağırıp indi, sonradan öğrendim ki Erzurum’da otobüs ve trenlerde lavaş ve yumurta çok eskilerden beri satılırmış. Mola bitti ve yeniden otobüsümüz harekete geçti. İçerideki sigara dumanı zaten zor olan yolculuğumu hepten çekilmez kılmıştı. Bir an önce bitmesini beklerken yine uyumuşum ve muavinin “Yıldızeli’nde inecek yolcu, bagajın var mıydı?” diye sormasıyla uyandım. Sabahın üçünde bir benzinliğin içindeki kahvehanenin önünde indim, o saatte gidecek bir yer de yok, içeri girdim birkaç kişi sobanın etrafında toplanmış çay içip sohbet ediyorlardı. Öğrenci olduğumu anladılar ve hemen birkaç soru sordular, nerelisin falan filan sonra yer gösterdiler “Geç, otur sizin okulun öğrencileri birazdan gelmeye başlarlar.” dediler. Farklı yerlerden gelen çocuklar birkaç dakika arayla geliyorlardı, sayı gittikçe kalabalıklaştı ve artık sabah olmuştu. Kahveci bir minibüs çağırdı, deneyimli olan arkadaşlar pazarlık yaptılar ve hepimiz doluşarak beş kilometre uzaktaki yıllarımın geçeceği o okula vardık...