Oliver Stone’un ikinci uzun metrajlı filmi olan,1981 yılında çektiği “The Hand” filmi, 1974’te yaptığı “Seizure” filminden sonra, korku türünde çektiği ikinci filmidir. Daha sonra politik sinemasıyla tanınacak olan Oliver Stone’un bu dönemdeki işleri, onun bilinçaltına, korkuya ve insanın kendi içindeki şiddete olan ilgisinin güçlü örneklerindendir. Stone, bu filmle hem benzer bir türde ilerlemeyi, hem de insan psikolojisinin karanlık yönlerini işlemeyi sürdürmüştür. Fakat bu kez anlatısını daha kişisel, daha sembolik bir zemine oturtmuştur diyebiliriz. Film yüzeyde bir korku filmi gibi görünse de, özünde yaratıcı bir adamın kimliğini, kontrolünü ve aklını yavaş yavaş kaybedişini anlatıyor.
Filmin merkezinde ünlü çizgi roman sanatçısı olan, Jon Lansdale adlı karakter vardır. Lansdale, başarılarının zirvesinde, düzenli bir ailesi olan, kariyerinde yükselmiş konumda olan birisidir. Ancak evliliği pek de yolunda gitmemektedir. Eşi Anne, ondan uzaklaşmış, başka bir hayatın hayalini kurmaktadır. Bir gün ikisi arabayla seyahat ederlerken, girdikleri bir tartışma korkunç bir kazayla sonuçlanır. Jonathan’ın sağ eli kopar. Bu olaydan sonra Jon’un dünyası hızla çözülmeye başlar. Bedensel travma yerini ruhsal bir çöküşe bırakır. Kopan el hiçbir zaman bulunamaz, ancak Jon zamanla tuhaf şeyler fark etmeye başlar. Etrafındaki insanlar gizemli bir biçimde ölmektedir ve olayların ardında kaybolan elin olabileceğine dair bir takıntı geliştirir. Jon’un kaybettiği el, adeta kendi bağımsız bilincine kavuşmuş gibidir; intikamcı, öfkeli ve Jon’un bastırdığı içsel şiddeti dışa vuran bir varlığa dönüşür. Bir dizi gizemli ölüm yaşanır. Jonathan, bu ölümlerle ilgisinin olup olmadığını tam olarak bilemez. Seyirci de aynı şekilde onun zihninin oyununa mı tanık olduğunu, yoksa gerçekten doğaüstü bir olay mı yaşandığını kestiremez.
Filmdeki karakterlerden bahsedecek olursak; Michael Caine’in canlandırdığı Jon Lansdale karakteri, filmin merkezinde yer alan, yaratıcı ve tanınmış bir sanatçıdır. Bir sanatçı olarak üretkenliğiyle kendini tanımlamış bir adamın, ellerini kaybetmesi, aslında kendisini kaybetmesi gibidir. Jon’un içindeki bastırılmış öfke, hırs, kıskançlık ve kontrol arzusu, elinin bağımsız bir varlık olarak yeniden doğuşunda sembolik bir şekilde vücut bulmuştur. İkinci önemli karakter olan Andrea Marcovicci’ nin canlandırdığı Anne Lansdale karakteri ise Jon’un eşi olarak onun, bastırılmış duygularını simgeleyen bir karakterdir. Onun ilgisizliği ve kaçışı, Jon’un hem öfkesini hem de korkularını besleyerek, aslında kendisinin kontrol edemediği dünyayı simgelemiştir diyebiliriz.
Jon’un bastırdığı şiddet, kıskançlık ve kaygı, artık onun kontrolü dışında hareket eden bir uzuv olarak karşısına çıkmıştır. Oliver Stone burada hem sanatsal yaratım sürecinin psikolojisini, hem de bir zihnin çöküşünü ele almıştır. Jon, elini kaybettikten sonra yaratıcı değil yıkıcı hale gelir; tıpkı toplumun başarıya, üretkenliğe ve kontrol gücüne dayalı ataerkil anlayışı gibidir. İşlevini yitirince kendini deliliğe savurur.
Filme teknik yönden de baktığımızda Oliver Stone’un görsel dili, 1980’lerin başı için oldukça başarılıdır. Siyah-beyaz geçişler, ani zoomlar, yakın plan yüz çekimleri ve sürreal planlar, Jonathan’ın zihnindeki dağılmayı güçlü biçimde hissettirmiştir. Film, gösterime girdiği dönemde eleştirmenlerden karışık tepkiler almıştır. Kimileri Stone’un hikaye anlatımını fazla teatral ve yavaş bulurken kimileri de filmin, dönemin popüler korku yapımları arasında derin bir psikolojik ağırlık taşıdığını düşünmüşlerdir.
Özetle film, Oliver Stone’un kariyerinde genellikle göz ardı edilen, ama onun sinemasının ruhsal temellerini anlamak için oldukça değerli bir filmdir. Bir yandan kişisel bir kabus, bir yandan da yaratıcı kimliğin kaybına dair bir hikayedir diyebiliriz. Jon Lansdale’in elini kaybetmesi, aslında kendi içindeki canavarı serbest bırakmasıdır ve yönetmen Oliver Stone, bunu gerçeküstü ama insani bir korku anlatısıyla izleyiciye aktarmıştır. İyi seyirler…