Oliver Stone Filmleri

Abone Ol

Amerikan sinemasının en tartışmalı yönetmenlerinden biri olan Oliver Stone, politik sinema tarzıyla bilinen bir yönetmendir. Hem anlatı diliyle, hem de teknik sinema yönüyle, çağdaş sinemada kendine özgü bir yer edinmiştir. O kimi filmlerinde Hollywood’un gösterişli yüzünün arkasındaki çürümeyi göstermeye çalışmış, kimi filmlerinde ise Amerika’nın, kendi yarattığı mitlerle hesaplaşmasını ve bireyin sisteme karşı duyduğu öfkeyi sinemaya taşıyan, ender sanatçılardan biri olmuştur. Bu yönüyle, Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi tarihine tuttuğu bir aynadır diyebiliriz. Onun filmlerinde, kişisel travmalarla ulusal travmaların kesiştiği noktaları da görürüz. Bazen de Amerikan rüyasının çöküşüne tanık oluruz. Kısaca onun filmleri için, bir ulusun vicdan muhasebesidir diyebiliriz.

Oliver Stone, 1946 yılında New York’ta doğmuş. Babası bir borsacı, annesi ise Fransız asıllı bir kadındır. Bu iki kültür arasında büyüyen Stone, Amerikan kapitalizminin gücünü ve Batı kültürünün ahlaki çelişkilerini, daha genç yaşta gözlemleme fırsatı bulmuştur. Ancak onu asıl şekillendiren deneyim, Vietnam Savaşı’nda cephede geçirdiği yıllarda olmuştur. 1967’de gönüllü olarak gittiği Vietnam’da piyade olarak görev yaparken, savaşın anlamsızlığına ve insan ruhunu nasıl parçaladığına bizzat tanık olmuştur. Bu deneyim, sonraki yıllarda çektiği birçok filmin temelini oluşturarak, sadece savaşın değil, savaşın yarattığı travmaların, insanlarda gösterdiği etkiyi anlatma çabasına dönüşmüştür. Çünkü o, savaşın cephede bitmediğini; ülkenin politikalarında, televizyonlarında, hatta bireylerin zihinlerinde sürmeye devam ettiğini düşünmektedir. Vietnam dönüşü sinemaya yönelerek, New York Üniversitesi Film Okulu’nda Martin Scorsese’nin öğrencisi olmuştur. İlk döneminde senaryo yazarlığıyla da dikkat çekmiştir. Daha sonraki yıllarda ise, artık yalnızca öykü anlatmayan, ideolojik ve tarihsel görüşleri de olan bir yönetmen olarak karşımıza çıkacaktır.

İleriki günlerde birçok filminden bahsedeceğiz ama belli başlı bazı filmlerinden bu yazıda bahsedecek olursak; onun asıl çıkışı diyebileceğimiz 1986’da çektiği “Platoon” filmi ile olmuştur. Bu film, Vietnam Savaşı’nı bir kahramanlık öyküsü değil de, ahlaki bir çöküş hikayesi diyebileceğimiz şekilde anlattığı filmidir. Kendi savaş deneyimlerinden beslendiği filmde, Hollywood’un savaş romantizmine karşı, tam tersi bir duruş sergilemiştir. Filmde, Charlie Sheen’in canlandırdığı genç asker Chris Taylor, Stone’un kendisinden izler taşır; iki komutan Elias (Willem Dafoe) ve Barnes (Tom Berenger) ise, insanın içindeki iyilik ve kötülüğün kendi içinde çatışmasıdır. Platoon, yalnızca savaşın fiziksel yıkımını değil, ruhsal çürümesini de konu olarak ele almıştır. Film, ayrıca Stone’a En İyi Yönetmen ve En İyi Film Oscarlarını kazandırmıştır. Bu dönemi izleyen “Born on the Fourth of July” (1989) ve “Heaven & Earth” (1993) filmleri de, onun, Vietnam üçlemesini tamamladığı filmleri olmuştur. İlkinde Tom Cruise’un etkileyici performansıyla, savaş sonrası bir gazinin içsel dönüşümü anlatılırken, ikincisinde savaşın Vietnamlı bir kadının gözünden nasıl yıkım getirdiği işlenmiştir. Böylece Stone, hem Amerikan hem de Vietnam tarafının travmasını anlatan, nadir bir yönetmen olarak tarihe geçmiştir. Stone’un sinemasında bir diğer baskın tema da, iktidarın yozlaştırıcı gücü ve medyanın manipülasyonudur. Wall Street (1987), bu temanın en belirgin örneğidir. Michael Douglas’ın unutulmaz Gordon Gekko performansı filme iz bırakmıştır. Film, 1980’lerin neoliberal ekonomi anlayışının bir özeti gibidir. Stone, burada kapitalizmin vicdansız yüzünü ortaya sererken, aynı zamanda bireyin ahlaki kaybını da anlatmak istemiştir.

Stone’un politik filmlerinin ortak özelliği, Amerikan tarihini bir kahramanlık öyküsü olarak değil, komplo, hırs ve pişmanlıklarla dolu bir insanlık hikayesi olarak ele almasıdır. Sonraki yıllarda çektiği Savages (2012) ve Snowden (2016) filmleri de, Stone’un güncel politik ve ahlaki meselelere ilgisinin sürdüğünü gösterir. Özellikle Snowden’de, dijital çağın yeni paranoyasını, gözetlenmenin, mahremiyetin yok olmasını ve bilgi gücünün tehlikesini merkezine almıştır.

Olive Stone'un anlatım dili sıklıkla yoğun montaj, arşiv görüntüleri, çoklu bakış açıları ve teatral diyaloglarla örülüdür. Gerçekle kurgu arasındaki sınırı belirsizleştirerek, izleyiciyi düşünmeye, hatta sorgulamaya zorlar. Stone’un buradaki amacı aslında sadece hikaye anlatmak değil, izleyiciyi rahatsız etmektir. Çünkü onun sinemasında rahatsızlık, farkındalığın ilk adımıdır diyebiliriz.

Buraya kadar verilen örneklerde, Oliver Stone'un, sinemada hakikati arayan, Amerikan mitolojisini paramparça eden hikayeler anlatan bir yönetmen olduğunu görürüz. Onun filmleri izleyiciye, Hollywood’un çoğu zaman kaçındığı soruları cesurca sorar: Amerika gerçekten özgürlükler ülkesi midir, yoksa kendi ideallerinin kurbanı mıdır? Savaşlar bizi kahraman mı yapar, yoksa insanlığımızı mı sorgulatır? Gerçekler kişilere göre nasıl değişir? Özetle onun sineması, bu soruların peşinden giden bir vicdan ve muhasebe sinemasıdır. Önümüzdeki günlerde Oliver Stone'un diğer filmlerini de daha detaylı incelemek üzere iyi haftalar.