NEW YORK, NEW YORK

Abone Ol

Martin Scorsese’nin “New York, New York” filmi, sinema tarihinin en ilginç kırılma noktalarının olduğu bir dönemde çektiği filmidir. Hem yönetmenin hem de Amerikan sinemasının yön arayışına denk düşen bu yapımı; 1976’da Taxi Driver ile topluma olan yabancılaşmayı tek bir karakterle anlattığı filminden sonra, ertesi yıl bu kez, cazın ve sahne sanatçılarının dünyalarına adım atıyor. Ancak her zamanki gibi, bu parıltının ardında, diğer filmlerinde genellikle işlediği gibi yine bir yalnızlık, tutku ve kaybolmuşluk hikayesi vardır. Film o dönemde genel olarak yönetmenin, Taxi Driver ve Good Fellas gibi filmlerinin gölgesinde kalsa da işlediği konu itibari ile kendisinin müziğe ve müzikal filmlere karşı olan ilgisini, bariz bir şekilde göstermiştir. Yüzeyde bir müzikal bir film gibi görünse de az önce de söylediğim gibi içeriğinde bir ayrılığın, iki farklı insanın birbirine değip kopmasının, dramatik bir şekilde anlatımı vardır. Senaryosunu Earl Mac Rauch ve Mardik Martin'in yazdıkları filmin oyuncu kadrosunda ise; Liza Minnelli, Robert De Niro, Lionel Stander, Barry Primus, Mary Kay Place, Frank Sivero, Georgie Auld, George Memmoli, Harry Northup, Dick Miller, ve Clarence Clemons gibi oyuncular rol almışlardır.
Filmin genel olarak konusuna gelirsek; II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle kutlamaların yapıldığı bir gecede başlar. Askerlerin, müzisyenlerin ve dansçıların dolup taştığı bir salonda Jimmy Doyle ve Francine Evans tanışırlar. Jimmy, yetenekli, hiperaktif ama kibirli bir saksafoncudur. Her an parlayıp sonra kendi egosunun ağırlığı altında ezilen bir adamdır. Francine ise güzel ve güçlü sesiyle sahne alan bir şarkıcı olarak daha dengeli, daha duygusal, ama aynı zamanda kariyerinde de yükselmek isteyen bir kadındır. Bu tanışma, ilk andan itibaren çatışmalarla doludur. Jimmy’nin normal hayattaki herkese karşı alaycı, bencil tavırları ve özgüveni; Francine’in ise kırılgan ve içten tavırları sürekli birbiriyle çarpışır. Ancak aralarındaki müzikal kimya öyle yoğundur ki, birlikte sahne almaya başlarlar. Zamanla bu ortaklık, sahnede parlayan, ama özel hayatta da sarsılan bir aşk ilişkisine dönüşür. İlk başta eğlenceli başlayan aşkları, kısa sürede birbirini anlamakta zorlanan iki farklı karakterin mücadelesine dönüşür. Müzik, onların hem birleştirici gücü hem de ayrılıklarının nedeni olur. Jimmy’nin kontrolcü, kıskanç ve öfke dolu tavırlarıyla, Francine’in sade ve huzurlu bir ilişki isteği çatışır ve sorunlar baş gösterir. Sonunda yolları ayrılır, ama birbirlerinin hayatlarında bıraktıkları izler, New York’un caddelerinde yankılanmaya devam eder.
Robert De Niro'nun canlandırdığı Jimmy Doyle, karakteri Martin Scorsese’nin sinemasında sıkça rastladığımız bir erkek tipidir. Yetenekli ama yıkıcı, karizmatik fakat egosu tavan yapmış bir karakter. Robert De Niro’nun yorumuyla da Jimmy karakteri, hem caz dünyasının enerjisini, hem de toksik ilişki tarzının sancılarını izleyiciye net bir şekilde göstermiştir. Onun saksafon çaldığı sahnelerdeki yoğunluk, tıpkı Taxi Driverdaki Travis Bickle’ın yalnızlığı gibi, içsel bir sıkışmışlığın dışavurumudur denilebilir. Ancak bu tutku, çevresindekileri, özellikle de sevdiği kadını yıpratır. Liza Minnelli'nin canlandırdığı Francine Evans karakteri de 1970’lerin özgürleşen kadın figürünü temsil etmektedir. Kırılgan ama dirençli bir kadın olan Francine, film boyunca eşi Jimmy'nin psikolojik şiddetine maruz kalır. İkilinin ilişkisi, sadece romantik değil, aynı zamanda sanatsal bir rekabetle de geçer. Jimmy’nin doğaçlama cazı, Francine’in kontrollü vokaliyle çatışır. Bu müzikal farklılık, aslında onların hayata bakışlarının da yansımasıdır. Biri özgürlükten, diğeri düzen ve duygudan beslenir.
Filmin ana teması olarak; başarı hırsını kişisel kimlik arayışını ve aşkın iki kişi arasında nasıl farklı anlamlandırıldığını söyleyebiliriz. Martin Scorsese bu filmde iki tutkuyu birbirine çarptırmıştır; aşk ve sanat. Jimmy için müzik, kontrol ve ifade biçimiyken, Francine için ise müzik, içsel özgürleşmenin bir aracıdır. Bu fark da onları, sahnede muhteşem bir ikili yaparken, özel hayatta ise birbirlerine tahammül edemez hale getirmiştir.
“New York, New York” filmi ilk çıktığı dönemde büyük bir ticari başarı elde edememiştir. Hatta Scorsese’nin kariyerinde ciddi bir hayal kırıklığı da yaratmıştır. Eleştirmenler, filmin tonunu tutarsız bularak, onun ne tam bir müzikal, ne de tam bir drama olduğunu söylemişlerdir. Ancak yıllar geçtikçe film, yeniden keşfedilerek sinema tarihindeki yerini farklı bir açıdan kazanmıştır. Film, sanatın insan ilişkilerini nasıl dönüştürebileceğini, kimi zaman yücelttiğini, kimi zaman da yok ettiğini göstermiştir. Martin Scorsese, burada dönemin müzik dünyasını bir nostalji perdesiyle anlatırken, aslında sevgiyi koruyamayan bir ikilinin, başından geçenleri duygusal bir anlatımla izleyiciye yansıtmıştır. Filmi izlemeyenlerin izlemesini tavsiye ederim. İyi seyirler…