Geçenlerde Netflix’te bir diziye başladım ve başladığım gibi bitirdim.
Dizinin adı: Neredeyse Sıradan Bir Aile
Dizi aile içi ilişkiler, roller, ergenlik psikolojisi, tecavüz, aldatma, hukuk ve suç konularını neredeyse sıradan bir ailenin başından geçen olaylar üzerinden işliyor.
Avukat bir anne, papaz bir baba ve 15 yaşında uğradığı tecavüzün ardından hissettiği suçluluk duygusunu üzerinden atamayan ergen bir kız.
Ailenin, yaşanan bu tecavüz karşısında -kanıtlanması mümkün görünmediği için- hukuki mücadele başlatmaması, mantıklı olan bir kararın aynı zamanda doğru bir karar olup olmadığını sorgulatıyor bize. Tecavüze uğrayan kadınların psikolojileri ve verdikleri yaygın tepkilerin tecavüzün mahkeme nazarında kanıtlanmasını zorlaştırdığı, bu nedenle de tecavüz davalarının genellikle sonuçsuz kaldığı üzerine verilen istatistiki bilgiler de bu sorgulamayı kamçılıyor.
Bu gibi hikayeleri her duyduğumuzda veya karşımızda bulduğumuzda, çok klişe bir beyan olmakla birlikte aile içi iletişimin ne denli kilit önemde olduğunu görüyoruz. Görüyoruz ama yine de pek çoğumuz öylesine şaşmaz bir kesinlikle bunu yaşamaktan kaçamıyoruz. Çünkü aile olmak, aynı evde yaşamak, zor zamanlarda birbirinin yanında olmak, birbirini dinlediğini düşünmek, mantıklı olanı bilmek ve uygulamak her zaman iletişim eksikliğinden kaynaklanan sorunlara çözüm yaratmıyor. Özellikle de mutsuz ebeveynler, çocukların yalnızlaşmasına ve ihmal edilmesine daha fazla yol açıyor. Çocuk ne kadar ihmal edilirse o ölçüde travmatize yetişiyor ve çocuğun erişkinlik hayatında da yaşayacağı psikolojik sorunların temeli atılmış oluyor.
Kısacası neredeyse sıradan görünen bir ailenin, kusursuz bir şekilde dağılmasının altında çok klişe bir neden yatıyor: İletişim eksikliği.
Keyifli haftalar…