Nelere tanıklık ediyoruz?

Abone Ol

“Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.” 
Bu satırlar John Berger’in Metis yayınlarından çıkan Görme Biçimleri kitabının kapağında yer alıyor. 
Annemizi, babamızı, kardeşimizi, evcil hayvanlarımızı, yakın akrabalarımızı, oyuncaklarımızı, duvardaki saati, tavandaki lambayı görerek ilk günlerimizi geçiriyoruz. Hayatta gün geçtikçe gördüklerimiz ve bir anlam yüklediğimiz şeylerin sayısı da artmaya başlıyor. Oyun parkı, daha çok çocuk, daha çok anne baba, tanıdığımız tanımadığımız birçok insan, ağaçlar, gökyüzü, bir oyana bir bu uyana uçuşan kuşlar, çakıl taşları, yüksek ya da alçak bir çok yapı, gölgeler ile tanışıyoruz. Gördüğümüz, tanımaya çalıştığımız şeylerin sayısı her geçen gün artıyor. Çiçekler, böcekler, arabalar, uçaklar, helikopterler, rengarenk balonlar…

Bir tarafta gülen insanları diğer tarafta ağlayanı. O ağlayan insanın hemen arkasında, açlıktan gözü dönmüş bir şekilde restoranın cam kenarındaki masada oturan adama iştahını kabartacak bir görünüme sahip yemeğini servis eden garsonun yüzündeki yorgunluğu görmeden yan masadan elini kaldırarak hesap işareti yaparak garsonla göz göze gelmeye çalışan diğer müşteriyi. Bir başka tarafta Semiha Es’in (Türkiye’nin ilk kadın savaş muhabiri) dediği gibi istasyonda son trenin gelmesini bekler gibi bankta oturup etrafı izleyen insanları fark ediyoruz, belki de etmiyoruz. 

Nerede doğduk? Anne, baba, arkadaşlarımız, çevremizdeki insanlar kim? Nerede oynadık? Nasıl bir ortamda büyüdük? Ne kadar süre nerede yaşadık? Hangi imkanlara sahiptik? Neyin hayallerini kurduk? Kurduğumuz hayallerin ne kadarı gerçekleşti? Nasıl beslendik? Ne kadar acı çektik? Ne kadar güldü yüzümüz? Nerelerde okuduk? Kaç yaz tatile çıkabildik? Bir şey alırken cebimizdeki parayı düşünmeden alışveriş yapabildik mi? Almak istediğimiz şeyler arasında neden kararsız kaldık? Sadece rengine mi takıldık? Mahalle bakkalının para üstü çıkışmadığı sakız için mi sevindik yoksa yılbaşında hediye gelen oyun konsoluna mı? Yüzmeyi dere üzerine arkadaşlarınla birlikte yaptığın bentte biriken suda mı öğrendin yoksa beş yıldızlı otelin önündeki denizde mi? Haksızlığa mı uğradın? Görmezden mi gelindin iş yerinde sosyal yaşamında? Popüler bir insan mısın? Kalabalıkta her kesin ilgisi senin üstünde mi? Seviliyor musun, nefret mi ediliyorsun?

Zaman geçtikçe hayatlarımız hem karmaşıklaşıyor hem de hızlanıyor. Hızlı bir hayat sürmemiz daha fazla şey görmemize neden olurken, tanıklık etme, onları anlamlandırma sürelerimizi de gitgide kısalıyor. Karmaşa hakim olmaya başlıyor hayatlarımıza, düşüncelerimize. Daha hızlı yoruluyor gözlerimiz de zihnimiz de. Karmaşadan kaçırıp gökyüzüne bakarak sakinleştirebiliyoruz çoğu zaman ya da gözlerimizi kapatıp karanlığa saklanıyoruz. Aslında tanıklık etmekten kaçıyoruz. Kafamızı çeviriyoruz. 

Bir süre önce iki foto muhabiri arkadaşımla birlikte fotoğraf çekmek için kalabalık bir alandaydık. O kadar karmaşıktı ki her şey fotoğraf çekmekte zorlanıyorduk. Sağdan soldan kadraja girenlerle fotoğraf karesindeki denge her an bozuluyordu. Birbirimize homurdanıyorduk. Zorlanmamızın bir sebebi var tabi ki o da aslında bu kadar olup biten şeyin içinde neye ya da nelere tanıklık edip onları fotoğraflamak istememizle ilgiliydi. Aslında işimiz tam da burada başlıyor.

O karmaşanın içinden çekip çıkar istediğimiz şey ne? 
Neyi sadeleştirmek, basitçe, herkesin anlayabileceği şekilde fotoğraflamak istiyoruz?
Sevinci mi hüznü mü?
Başarıyı mı?
Hırsızlığı mı?
Hak arayan insanları mı?
Deprem bölgesinde yardım bekleyen depremzedeyi mi?
Açlığı mı tokluğu mu?
Paniği mi sakinliği mi?
Gençliği mi yaşlılığı mı?
İyiyi mi kötüyü mü?
Karar verdiyseniz deklanşöre basın.
Bastığınız an “o” andır.
Tanıklık etmek istediğiniz şeydir.