Ekim ayı, takvimde sıradan bir geçiş gibi görünse de, şehirlerin belleğinde ve bireylerin iç dünyasında derin bir kıpırtıdır. Sararan yapraklar, dökülen çiçekler, serinleyen hava… Bunlar sadece mevsimsel dönüşümün değil, aynı zamanda içsel bir hesaplaşmanın metaforudur. Ekim, hem bireyin hem toplumun kendini yeniden tanımladığı bir eşiktir.
Yazın telaşlı ritmi yerini düşünmeye, durmaya ve yeniden bakmaya bırakır. Sokaklar daha sessiz, insanlar daha içe dönüktür. Bu sessizlik, bir boşluk değil; bir hazırlıktır. Kışa değil sadece, yeni bir düşünce iklimine, yeni bir toplumsal farkındalığa hazırlıktır.
Cumhuriyet’in kuruluşuna ev sahipliği yapan bu ay, sadece bir tarihsel dönüm noktası değil; bir hatırlatma, bir yüzleşme ve bir yeniden kurma çağrısıdır. 29 Ekim, geçmişin yükünü değil, geleceğin sorumluluğunu taşır. Bu sorumluluk, sadece devletin değil; her bireyin, her kurumun, her mahallenin omuzlarındadır.
Ekim aynı zamanda kültürel uyanışın ayıdır. Tiyatro perdeleri açılır, kitap fuarları kurulur, sokaklar festivallerle canlanır. Şehir, kendini yeniden anlatmaya başlar. Bu anlatı, sadece eğlence değil; bir hafıza tazeleme, bir kimlik arayışıdır. Çünkü şehirler de insanlar gibi, zaman zaman kendine dönüp “Ben kimim?” diye sormalıdır.
Toplumsal gözlem için de verimli bir zemindir Ekim. Kahvehanelerde konuşulanlar, pazarlarda duyulan sesler, sokakta yürüyenlerin bakışları… Hepsi birer veri, birer işaret, birer çağrıdır. Gazetecilik için değil sadece; toplumsal vicdan için de okunması gereken metinlerdir bunlar.
Ekim ayı, sadece bir mevsim geçişi değil; bir düşünme, yeniden konumlanma ve hafızayı tazeleme zamanıdır. Sararan yapraklar gibi, eski düşünceler dökülür; yeni umutlar filizlenir. Bu ayı sadece izlemek değil, anlamak gerekir. Çünkü Ekim, toplumun kendine dönüp “Ben kimim?” diye sorduğu nadir zamanlardan biridir.