ALİCE DOESN’T LİVE HERE ANYMORE

Abone Ol

Martin Scorsese’nin 1974 tarihli filmi “Alice Doesn’t Live Here Anymore” Türkçe adı ile “Alice Artık Burada Yaşamıyor” filmi, yönetmenin diğer filmleri arasında konu olarak özel bir yere sahip bir yapımıdır. Martin Scorsese’nin, genellikle suç ve şiddet filmlerine odaklandığı kariyeri içinde, bu filmini; bir kadının hayatta kalma mücadelesini, duygusal direncini ve özgürleşme arayışını anlatan, son derece insani ve sıcak bir öyküyle izleyicinin karşısına çıkarmıştır.

Filmin başrolünde Ellen Burstyn yer almıştır ve buradaki performansıyla 1975 yılında En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı kazanmıştır. Burstyn yalnızca başrolü oynamakla kalmamış, aynı zamanda filmin yapım sürecinde de aktif bir rol üstlenerek, dönemin erkek egemen Hollywood sisteminde, kadın merkezli bir hikayenin hayata geçirilmesini de sağlamıştır. Filmde aynı zamanda, orta sınıfın içsel çöküşü ve 1970’lerin başındaki toplumsal dönüşümde perdeye yansıtılmıştır.

Film, Alice Hyatt adlı orta yaşlı bir kadının hikayesini anlatmaktadır. Kocası Donald ölünce, Alice küçük oğlu Tommy’yi yanına alarak yeni bir hayata başlamak için yola çıkar. Hayali, gençliğinde sahip olduğu, ama zamanla unutmak zorunda kaldığı tutkusuna, şarkıcılığa geri dönmektir. Ancak hayat, onun önüne engeller çıkarmakta gecikmez. Parası tükenir, kötü işlerle ve problemli erkeklerle karşılaşır, dostluklar kurar, kaybeder ama en önemlisi, kendini yeniden tanımayı öğrenir.

Yolculuğu boyunca Alice, çeşitli şehirlerde iş bulmaya çalışır. Bazen barlarda şarkı söyler, bazen de bir restoranda garsonluk yapar. En sonunda Arizona’daki bir mekanda çalışmaya başladığında, hem ekonomik hem de duygusal olarak bir tür istikrar bulur. Yönetmen Martin Scorsese de filmi, bir tür romantik kurtuluş hikayesine dönüştürmeden; aksine Alice’in gerçek özgürlüğe ulaşması için kendi seçimlerini yapması gerektiğini göstererek hikayeyi ilerletir. Film boyunca oğluyla kurduğu ilişki, kimi zaman gelgitli, kimi zaman da sıcak bir hikayenin duygusal omurgasını oluşturmuştur. Tommy’nin yaramazlığı, Alice’in sabırsızlığı, aralarındaki sevgi ve hayal kırıklıkları, onları hem anne-oğul hem de yol arkadaşı yapar.

Filmdeki karakterlere gelirsek; Alice Hyatt Ellen Burstyn'un canlandırdığı Alice Hyatt karakteri, hayatın yükünü omuzlarında taşıyan, bir yandan geçmişinin hayal kırıklıklarıyla mücadele ederken, bir yandan da oğluna daha iyi bir gelecek kurmaya çalışan bir kadındır. Burstyn’in buradaki performansı, doğal, savunmasız ve gerçekçidir; seyirci onunla birlikte umutlanır, korkar ve yeniden ayağa kalkar. Alfred Lutter'in canlandırdığı Tommy Hyatt karakteri de filmdeki anne-oğul ilişkisini hem eğlenceli hem de yorucu bir hale getiren, meraklı ve enerjik bir çocuktur. Onun varlığı, Alice’in hayatında bir tür gerçeklik kontrolü gibidir. Ona ne olay olursa olsun, zaman zaman anne olduğunu fark ettirmeden hatırlatır. Harvey Keitel'ın canlandırdığı Ben karakteri de Alice’in kısa süreli ilişki yaşadığı, tehlikeli bir adam rolündedir. Ben karakteri, Alice’in hayatındaki toksik erkekleri simgeler. Son önemli karakter olan David karakteri de (Kris Kristofferson), Alice’in Tucson’da tanıştığı, dürüst ve sevgi dolu bir çiftçidir. Film boyunca Alice’in güvenmeye ve sevmeye yeniden başlamasını sağlayan figürdür, ancak yönetmen Martin Scorsese, bu ilişkiyi klasik bir “kurtarıcı erkek” hikayesine dönüştürmeden. Alice'e kendi kararlarını kendisine verdirerek işler.

Alice Doesn’t Live Here Anymore filmi, temelde bir özgürleşme hikayesidir diyebiliriz. Film, kadın olmanın hatta yalnız ve çocuklu bir kadın olmanın, Amerika’da ne kadar zor bir deneyim olduğunu işlemeye çalışmıştır. Alice’in yaşadığı ekonomik sıkıntılar, erkeklere bağımlı ilişkileri, yalnızlığı ve toplumsal yargılar, onun özgürleşme yolundaki duraklarıdır. Martin Scorsese, kadını romantik bir ideal olarak değil, bütün çelişkileriyle gerçek bir insan olarak anlatmaya çalışmıştır. Film ayrıca, 1970’lerin ikinci dalga feminizmiyle aynı döneme denk gelmiş ve bu atmosferi doğrudan yansıtmıştır. Kadınların kendi sesini bulma çabası, film boyunca Alice’in hikayesine eşlik eder niteliktedir.

Film, vizyona girdiğinde hem eleştirmenlerden hem de seyircilerden güçlü övgüler almıştır. The New York Times eleştirmeni Vincent Canby, filmi “bir kadının bağımsızlık mücadelesini samimiyetle, alaycılıktan uzak biçimde anlatan ender Hollywood filmlerinden biri” olarak tanımlamış. Chicago Sun-Times gazetesinden Roger Ebert ise "gördüğüm en zeki, komik ve zaman zaman acı verici Amerikan kadın portrelerinden biri" olarak nitelendirmiştir. Martin Scorsese’nin yönetmenliği, bu filmde önceki işlerinden daha sade ve gözlemci bir tavırdadır. Kamera, genellikle karakterlerin duygularına mesafe koymadan yaklaşmış; gerçekçi diyaloglar ve sıradan mekânlar, hikayeyi daha da dokunaklı hale getirmiştir. Özellikle restaurant sahneleri, 1970’lerin Amerikan taşrasına dair güçlü bir sinematografik anlatı yaratmıştır.

Film özetle, Martin Scorsese’nin diğer filmleri arasında belki de en durağan ve sessiz filmidir diyebiliriz. Ama duygusal olarak en dolu ve zengin işlerinden de birisidir. Erkek karakterlerin dünyasından uzaklaşarak, bir kadının varoluş mücadelesine sade ve gözlemci bir tavırla yaklaşmıştır. O nedenle yalnızca Alice’in değil, bir dönemin kadınlarının da hikayesidir denilebilir. Aşkı ararken özgürlüğünü kaybetmek istemeyen, geçmişle hesaplaşırken geleceğe inanmaya çalışan kadınların hikayesi…İyi seyirler…