Milyonların ölmesine neden olan Koronavirüsün (COVID-19) üzerinden koca bir yıl geçmesine rağmen ne devletler, ne bilim, ne de ilaç şirketleri bir savunma silahı geliştirebilmiş değil. İnatla bir savunma silahı geliştirmek istemeyen yukarıdaki üç güç, halkın çıplak göğsünü virüsün kurşunlarına siper etmeye devam ediyor. Vaziyet böyle olunca göğsümüzden yediğimiz kurşunlar akciğerlerimizde derin yaralar bırakarak birçoğumuzu annesiz, babasız ya da çocuksuz bırakabiliyor.

20 gün boyunca hastane kapısında bekleyen ve bu süre zarfında önce dedesini sonra babasını daha sonra da amcasını koronavirüsten kaybeden biri olarak, yaşadığım temel sorunları sizlerle az da olsa paylaşmak istiyorum. Bu satırlarda misafirperverliği ile tanınan dedemi, değerli çiftçi babamı ve herkesin yardımına koşan kahraman amcamın hastanede vefat ettikleri güne kadarki süreci okuyacaksınız. Yazıyı okuduktan sonra COVID-19’a yakalanan yakınlarınızı götüreceğiniz adresin neresi olacağına da sizler karar verirsiniz.

Necmettin GÜRHAN

Hastalığın başladığı 2019 Aralığından beri hafızalarımız olan yaşlılarımızı gözümüz gibi korumaya çalıştık. Maskesiz, eldivensiz, dezenfektansız kapı önüne bile göndermediğimiz yaşlılarımızı ancak bir yıl koruyabildik. İstanbul gibi bir şehirde, temasın bu kadar kaçınılmaz olduğu bir dönemde kendilerini korumak mümkün değildi. Birçok Kürt gibi onlarda ekonomik, siyasal ve toplumsal birçok nedenden dolayı toprağını terk edip İstanbul’un acımasız kucağına sığınmışlardı. Nefes almanın mümkün olmadığı soğuk betonlarla komşu oluşları çok değildi. Dedem son nefesine kadar da ‘beni köyüme gömün’ diyerek vefat etti. Babam, kendisini köyden kopardığımız günden beri bu hasreti çekiyordu. Amcam ise son dönemlerde köyde bir ev yapıp toprağına dönme niyetinde olsa da bu isteğini gerçekleştiremeden aramızdan ayrıldı. Temasın kaçınılmaz olduğu İstanbul gibi kalabalık bir kentte ne yapsakta gelip bizi bulacaktı o virüs, alacaktı hafızalarımızı bizden. Nitekim de öyle oldu. 15 gün içerisinde üçünü de ‘toprak anaya’ teslim ettik. Tabiki kendi toprağına hasret giden dedeme İstanbul toprağı ana oldu mu? Orası da meçhul.

Bir sabah bana gelen telefonla aile üyelerinin birçoğunun virüse yakalandığını ve hastaneye kaldırıldığını öğrendim. Birçok aile üyesinin birlikte COVID’e yakalanmasını kültür meselesine yoğuruyorum. Ufak bir ziyaretle başlamış her şey. Ne olduysa o ziyaretten sonra oldu. Kürt kültüründeki ziyaret trafiği üç canımızı aldı bizden. Beni bilen eşim, dostum, akrabam ziyaretleri ne kadar sevdiğimi de bilir. Ama dönem ziyaret dönemi değil, lütfen ara verin şu ziyaretlere. Acı denizinde boğulmak istemiyorsanız ara vermek zorundasınız.

Faruk GÜRHAN

Devam edelim. Haberi aldıktan sonra İstanbul’a geldim. Ben gelene kadar üçünü de hastaneye kaldırmışlardı. Dedem ve amcama uzun bir sürenin ardından devlet hastanelerinin yoğun bakım ünitelerinde yer olmadığı için özel hastanede birilerinin araya girmesiyle yer bulmuşlar. Babam ise o kadar şanslı değildi. İsmini havuz kısmına yazdırmışlar ve sıranın gelmesini beklemişler. Entube birileri hayata veda edecekti ki hayata tutunmaya çalışan bir başkasına yer açılabilsin. Anlayacağınız biri ölmeden diğerine yaşam alanının açılması mümkün değil. İstanbulun durumu bundan ibaret, İktidarın ya da Bakanlığın hikayelerinden değil.

Devam ediyorum. Babam, o gece Esenyurt Devlet Hastanesi acil servisinin COVİD-19 bölümünde virüse yakalanan hastalar arasında kalıyor. Üstelik yoğun bakım hastası olmadığı için kendisine aile üyelerinden birisi bakmak zorunda kalıyor. Gecenin sabahında babamın kaldığı bölüme girdim. 10 COVİD hastasına 10 yakını refakatçilik yapıyor. Babama da yeğeni bakıyor. 10 COVID hastanın kaldığı havasız bölümde 10 ‘sağlam’ kişi kendilerine eşlik ediyor. Virüsten bu şekilde korunuyoruz. Ne kadar korunabiliyorsak tabi? Bu soruna çözüm üretemeyen Bakanlık ise, tırı vırı önlemlerle vaka artışlarının önüne geçmeye çalışıyor. Başarılı olması mümkün mü? Neyse, nöbeti ben devr alıyorum tehlikeli kırmızı alanda biz de varız. Olmak zorundayız. Çünkü babamı teslim edeceğim ne yer ne de kişi var? Birçok hasta babam gibi ayağa kalkamıyor. Onların tuvalet ihtiyaçlarını biz karşılıyoruz. COVID’li hastaların arasında üç saat kadar bekledikten sonra sıranın bize gelmeyeceğini tahmin ettim. Babam kaldığı yerde neredeyse bir gününü doldurmak üzereydi. Hastalar arasında beklerken yakınımdan, dedemin kaldığı özel hastenede bir boş yerin açıldığı haberini aldım. Babamı devlet hastanesinden ambulansa ilgili özel hastaneye sevk ettik. Herkes bizim gibi şanslı mı? Bilemiyoruz. Bizimkine şans denilir mi? Orası da belirsiz.

Ayhan GÜRHAN

Babam ve dedem aynı özel hastenede, amcam ise bir başka özel hastenede. Altımızda bir araba amca çocukları ile birlikte iki hastane kapısında mekik dokuyoruz. Her gün saat 11:30-12:30 arasında 0850 ile başlayan bir telefondan ya da doktorun kendisinden bilgi alıyoruz. Bazen o bilgiyi almak da mümkün olmuyor. Bir duyarsızlaşma ile karşı karşıya kaldığınızı çok sonradan fark ediyorsunuz. Bilgi veren doktorların dudaklarının arasından çıkan kelimeleri sabırsızlıkla hasretle bekliyorsunuz. Ne zaman ki ‘babanız vefat etti’ ‘dedeniz vefat etti’, ‘amcanız vefat etti’ cümlesi duyduğunuzda sabırsızlık ve hasretlik de son bulmuş oluyor. Gözyaşı akıyor gözlerinizden, acı başlıyor, yokluk başlıyor, özlem başlıyor. Kendi kendini suçlama da buna dahil.

Hastalarımızın yatış süreçlerini, onların üzerinde denenen ilaçları e-nabız üzerinden bir bir takip ettik. Denenen ilaçları diyorum çünkü deneme kavramını doktorun kendisi de kullanıyor. Tıpkı fare ve denek gerçeği gibi. Ortada bir hastalık ve hasta var. Bunu iyileştirecek bir ilaç yok. Kullanılan ilaçlar denemeden ibaret kalıyor. Hasta İçin kullanılan bir ilaç bir yerden sonra etkisini yitirince başka bir ilaca geçiş yapılıyor. Hasta bazen hayatta kalıyor çoğu zaman da hayata gözünü yumuyor. Virüs birçok hastayı pıhtılaşma sonucu öldürüyor. Pıhtılaşan kan kalp krizine neden oluyor. Denenen ilaçların bu pıhtılaşmaya ne kadar olumsuz etkisi oluyor? onu da bilemiyorsunuz. Tüm bunlar gözünüzün önünde olunca kafanızda kalan tek soru işareti de şu oluyor; acaba hastamızı hastaneye yatırmasaydık, ilgili ilaçlar kullanılmasaydı ne olurdu?

Devlet hastanesi bir gün önce hasta için yatışa gerek yok tanısı koyarken, özel hastane ise, ‘hasta gelene kadar geç kalmış’ diyor. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık. Kime inanacağımızı da bilemiyoruz. Şu an söyleyeceğimi belki de ilkel bir düşünce olarak karşılayabilirsiniz ama bu süreci yaşayan biri olarak onların hayatta kalması için elimde bir şans daha olsaydı o şansı, onları hastaneye götürmeyerek kullanmış olacaktım.

Bu süreç bize üç şey bıraktı. Birincisi, ceplerimizde taşıdığımız ve üzerinde ölüm nedeni bulaşıcı hastalık(doğal ölüm) yazan belge. ikincisi, hastanenin İnternet şifresi yazılı beyaz not kağıdı. üçüncüsü ise solunum cihazlarından kaynaklı yüzleri yara bere içinde kalan ölülerimizin tenleri...

Editör: TE Bilisim