1990’lı yıllara damgasını vuran ve “küreselleşme” olarak adlandırılan siyasi, ekonomik ve kültürel değişim süreci ile bireylerin özgürleştiği iddia edilmiştir. Elbette bireyi ön plana alan ve âdeta kutsayan bu modern liberal anlayış, devletin kontrolünden bağımsız bir kamusal ve sivil toplum alanının ortaya çıkması ile mümkün olmuştur. İçinde yaşadığımız bu “Modern Zamanlar”ın en önemli özelliği, bireylerin kendi hayatlarına dair kararları ve bu kararların sorumluluklarını alabilecek yetkinlikte olduğu görüşüne ağIrlık verilmesi. “Modern Zaman”ın liberal anlayışına göre birey; “akıl ve irade” sahibidir ve birey “kendi kararlarını” kendisi alabilir. “Liberal” sözcüğüyle tanımlanan bu anlayışa göre, gelenekler ve devlet gibi kuşatıcı otoritelerin bireye neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söyleme yetkisine sahip değildir. Sözünü ettiğimiz bu “liberal anlayış” yani “modern zaman” anlayışı, bireylere siyasal alandan bağımsız bir ekonomi ve kültür alanı vaad ediyor. Bu bakış açısına göre; insanların yönetilmesi ve üzerlerinde iktidar kurulması sadece siyasal alana has bir durumdur ve onun dışındaki alanlarda iktidar ilişkilerine rastlanmaz. Siyasal alan karşısında ekonomi ve kültür alanının bağımsızlaşmasını sağlayan bu liberal anlayış ile âdeta siyaset sonrası ya da iktidar ilişkilerinden arındırılmış bir dünya yaratılmıştır. Liberal anlayışı büyük bir coşku ile karşılayan ve “özgür” dünyanın tüm farklılıklarına kucak açan, herkesin kendisini istediği gibi var ettiği ve mutlak anlamda otonom bir dünya olduğu fikrini savunanların çok fazla destek görmemiştir. Liberal düzende, her ne kadar devlet iktidarının zayıflayıp burjuva düzenine dönüşmesiyle, feodal düzenden uzaklaşıldığı savunulsa da çok daha kapsamlı ve ince bir iktidar ağının içinde yaşamaya mahkûm edildiğimizin farkında değiliz. Kapitalizmin bu yeni koşulları, feodal düzenden çok daha faklı ve ağır bir iktidar alanını gündeme getirdi. Bu iktidar alanının varlığını hem siyasal hem de ekonomik anlamda hissediyoruz. Çünkü tüketim toplumu olarak, hem aşırı tüketim bağımlısı bir yaşam sürüyor hem de kültürel değerlerimizi, biz biz yapan özümüzü tüketiyor ve yok ediyoruz. Yabancılaşmayı sadece tarihimize, dilimize ve kültürümüze karşı değil kendi toplulumuza karşı yaşıyoruz. Geçtiğimiz yüzyılda Marksistler, ariktokrasinin veya feodal beylerin yarattığı feodal düzenden, burjuva sınıfının damga vurduğu kapitalist düzene geçişin öyle iddia edildiği gibi bireyler için özellikle sermayenin dışındaki “emekçi kesim” için “özgür bir dünya” sunmadığını dile getirmişlerdi. Marksist kesimler, bireylerin kendi ürettikleri ürünler üzerinde kontrolü kaybetmesi ile bireyin ürettiği ürüne yabancılaştığını savunuyorlardı. Ancak günümüz küresel kapitalizminde bu yabancılaşmanın sınırı, “bireyin yabancılaşması”nın da ötesine geçmiş, birey hem hemcinslerine hem de kendine yabancılaşmıştır. Günümüzde bireylerin yaşamı kültür endüstrisi, tüketime dayalı sanayi üretimi endüstrisi, teknoloji, iletişim ve dijital endüstri tarafından kontrol edilmektedir. Sanayi, teknoloji, iletişim ve dijital endüstri olarak adlandırdığımız ekonomi ve kültürel alanı aynı zamanda tüketim toplumu yaratan en temel faktörler olarak yaşamımızda baş köşedeki yerini aldı. Kültür endüstrisi adını verdiğimiz bu “Modern Zamanlar”ın tüketim alışkanlıkları tüketim toplumunu yarattı. Artık herkes birbirine benziyor, herkes aynı marka ürün kullanıyor, herkes aynı diziyi ve filmi seyrediyor, herkes otellerde tatil yapıyor, herkes AVM’lere gidiyor, herkes watsap’ta ve facebok’ta sohbet ediyor ve herkes İnternet’in başında vakit geçiriyor. Yani teknoloji ve kültür endüstrisi bizi biribirimize benzetiyor, bizi birbirimize yabancılaştırıyor kısaca bizi yönetiyor yani güdüyor. “Modern Zamanlar”, “modern bireyi” bir müşteriye dönüştürdü. Hegel’in ifadesi ile söyleyecek olursak “Modern zamanın özgür bireyinin, sivil toplumun hâkimiyeti altındaki bireyin toplum içindeki bireyler arası ilişkileri, ekonomik ve materyal etkileşime yani çıkar ilişkisine mahkûm edildi.” Birbirinden kopuk atomize bireylerden müteşekkil bir toplumsal hayat ile baş başa kalan bizler, “yabancılaşmış” insanlar olarak, “anlamsızlık” sorunuyla cebelleşmekteyiz. Toplumumuzun değerlerine yabancılaşmış, bu değerlerden arındırılmış, “yabancılaşmış” ve “nihilist” bir dünyada yaşamaya mahkûm ediliyoruz. Dijital dünyanın başrolde olduğu çocuk, genç ve orta yaşlılarımızı etkisi altına alan dijital yayın alanlarının kontrol edilmesi günümüz şartlarında çok zor. Ancak anne ve babalar evlerinde, öğretmenler ve eğitimciler ise okullarda bunun önüne geçebilirler. Bu önlemler bile kuşkusuz dijital dünyanın yarattığı tahribatı engelleyemez. “Teknoloji güzel şey canım” diyebilirsiniz ve yasaklama zihniyetine karşı olabilirsiniz. Ancak eğitimcilerin, öğretmenlerin ve anne-babaların bunlardan çok şikâyetçi olduğu malumunuz. Netflix başta olmak üzere dijital yayın platformlarının RTÜK’ün denetimi altına alınması ilk bakışta tepkiyle karşılanabilir. “Modern Zamanlar”ın insanın doğasına aykırı olduğunu, tek tip insan yarattığını, her bireyin birbirine benzediğini ve en önemlisi yabancılaştığını unutmayalım. Teknolojileri üreten endüstriler tarafından kontrol edilen, yönetilen ve müşteri hâline getirilen bireyler olduğumuzu aklımızdan çıkarmayalım. Tüketim toplumunun esiri olan günümüz “modern insanı”, hayatın artan hızı karşısında karakter aşınmasına maruz kalmakta, haz peşinde koşan tatminsiz ve köksüz varlıklara dönüşmektedir. Ne kadar teknolojinin ve bize dayatılan kültürün esiri de olsak, ait olduğumuz toplumun değerleriyle kendimizi tanımlamalıyız. Gelenek, görenek, tarih, kültür, dil ve bizi biz yapan değerlerimizden kısaca kimliğimizden uzaklaşmamalıyız.

Editör: TE Bilisim