“Öğleden sonra erken saatlerde Aşağı Sevik’e girdim. Zafer kazanmış olan Şemsettin’i başarısından dolayı tebrik ettikten sonra güvenlik taburlarının ve bataryanın yerleştirilmesi bakımından ne talimatlar verdiğini sordum. Düşman yenildiği ve köy elinde olduğu için hiçbir şey yapmadığı cevabını verdi. Davranışı, Türklerin zihniyeti için tam bir örnek teşkil eder. Köyü almak emri yerine getirilmişti. Bu yüzden oradaki anlayışa göre başkaca şeyler düşünmeye ve kendi başına karar vermek yoktu. Türkler maalesef verilen talimatları sadece harfiyen yerine getirirler, işi yaptıktan sonra ellerini kucaklarında kavuşturur ve başka bir şeyle ilgilenmezler. Bu sebepten, zaferleri sık sık kanlı yenilgilere dönüşür.” Bu cümleler, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda bulunan Alman subaylardan Hans Guhr’in İş Bankası Kültür Yayınları arasından çıkan “Anadolu’dan Filistin’e Türklerle Omuz Omuza” isimli hatıratından. Bir önceki yazımda “tarih, ondan ders almayanlar için tekerrür eder” demiştim. Almanlarla Birinci Dünya Savaşı’nda kurduğumuz ittifakı düşünürken ABD ile son yıllarda yaşadığımız gerginlik ve ABD’nin biz müttefikine sürekli gösterdiği sopası aklıma geldi. Bu hissi yaşamama, kitabın 161. sayfasındaki şu satırlar neden oldu: “… Ekselans von Falkenhayn maalesef Türkleri aşağılayarak tenkit etmekten de geri kalmıyordu. Bütün söylediklerinin hemen Türklere yetiştirileceğini düşünmeksizin sık sık onların rüşvetçi, ölçüsüz derecede menfaatperest ve görev anlayışından yoksun olduklarını ayıplayarak dile getiriyordu. İsmet Bey bir gün kendisine has kibar tavrıyla böyle bir muameleden dolayı bana şikâyette bulunmuştu. Böyle olaylar yüzünden karşılıklı ittifak münasebetleri çok zarar görüyordu.” *** Hans Guhr, 1916 yazından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bir Osmanlı piyade tümeninin komutanı olarak Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Mezopotamya ve Filistin’deki kanlı muharebelere katıldı. “Anadolu’dan Filistin’e Türklerle Omuz Omuza” isimli hatıratını ise 1937 yılında kaleme aldı. Yani Osmanlı yıkılmış, yerine kurulan genç Cumhuriyet daha emekleme çağındaydı. Kitabına yazdığı önsözünde şöyle diyordu: “Galiplerin, Türklerin sırtındaki yumruğu acımasızdı, buna rağmen ilk onlar kendi güçleriyle Sevr’in zincirlerini kırdılar. Bütün Avrupa 1922 yılındaki bu şahlanışı Doğu’nun bir mucizesi olarak gördü… Biz ise Türklerin, özellikle Kemal Atatürk gibi disiplinli ve uzak görüşlü bir önderin komutası altında olunca, vatanları için nasıl olağanüstü fedakârlıklar yaptıklarını ve başarılar elde ettiklerini biliyorduk. Bir Osmanlı tümen komutanı olarak hatıralarımı anlatışım, Türk silah arkadaşlarıma şanlı ordularına eski mensubiyetimi bugün de nasıl müteşekkir bir gururla andığımı gösterecektir. Bu hatırat Almanya’nın Doğu’daki muhariplerine Anadolu’nun karlı dağlarında, Mezopotamya’nın kor gibi yanan kumlarında ve Filistin’in kana bulanmış muharebe meydanlarında yapılan şiddetli savaşlarda müttefiklerimizle pekiştirdiğimiz silah arkadaşlığını, dilerim bir kere daha hatırlatsın.” *** Evet, bazı şeyleri hiç unutmamak gerekiyor. Çünkü bir nesil cepheden cepheye koşarken aslında kan deryasında yüzüyordu. Vatanını savunmak için çırpınan bu neslin yaşadığı vahşeti anlatmak için bazen kelimeler kifayetsiz kalıyordu. İşte bunlardan biri de Hans Guhr’ın, Şam istikametine doğru yol alırken gördükleri: “… Artık Arapların asıl isyan bölgesinden geçiyorduk. Bundan böyle haydutça baskınlarını beklememiz gerekiyordu. Bu alçakların namussuzluklarını kısa süre sonra kendi gözlerimizle gördük: Tabanları yarılmış veya kulakları kesilmiş çırılçıplak Türk cesetleri yol kenarına dizilmişti, biraz ötede bacaklarındaki ağır yaralarla hâlâ hayatta olan bir adam vardı, onun yakınında ise dizkapakları kesilerek çıkarılmış bir Türk subayı yatıyordu.”

Editör: TE Bilisim