1834’de bu hafta Fransız empresyonist ressam Edgar Degas doğdu. Bu hafta doğum yıl dönümü olması sebebiyle bu köşeyi kendisine ayırmak istedim çünkü çok etkileyici bir resim anlayışına sahip olduğunu düşünüyorum. Degas, Paris’te hukuk fakültesine giderken aniden okulu bırakıp resme yöneldi çünkü kendisinin olağanüstü bir yeteneği vardı. Babası onun yeteneğinin farkındaydı ve onu sürekli müzelere götürürdü. Degas, Louvre’daki İtalyan Rönesans tablolarını kopyalarak çizim yapmaya başladı. 

Genç yaşlarda empresyonist (izlenimci) olarak adlandırılan bir grup genç sanatçıyla tanıştı. Yemek, insan ve kır gibi günlük yaşamdan sahneler çizmek istedi (o zamanlar sanat, tarih ya da Yunan ve Roma mitolojisi gibi konulara odaklanmış durumdaydı). Bir masadaki şeftali ya da muz çok enteresan görünmeyebilir ama bu o zamanlar bu genç sanatçılara heyecan veriyordu. İzlenimciler ayrıca resimlerinde farklı hava koşullarını ve ışığın etkilerini göstermek için ‘en plein air’ (Fransızca’da ‘açık havada’ anlamına gelir) ışığını kullandılar.

Degas izlenimci olarak tanımlanıyor olsa da kendisi öyle olduğunu düşünmüyordu. Bir resmi mükemmelleştirmek için stüdyoda zamana ihtiyacı olduğunu savunarak asla açık havada resim yapmazdı. Ancak günlük hayattan sahneler çizip boyardı. Eğlence sanatçılarının sahnelerini boyamayı severdi. Sık sık garip açılardan resimler yapardı.

Edgar Degas belki de en çok bale dansçılarını boyamasıyla tanınır çünkü kendisi onlardan büyülenirdi ve onların zerafetini, gücünü ele geçirip resmine yansıtmak isterdi. Yaşı ilerledikçe Degas zor görmeye başladı bir nevi körlük başlangıcıydı. Gözlerindeki kötü gidişatın farkında olduğu için heykeller yapmaya başladı. Daha sonra inzivaya çekildi ve depresyona girdi. İşe bu dönem olağanüstü bir çalışma olan ‘Manzara’yı yaptı. 1917’de seksen üç yaşında hayata gözlerini yumdu ardında büyük bir miras bırakarak…

Editör: TE Bilisim