Suya bir yaprak düşer bakar geçersin, sert esen rüzgâr daldan bir kolunu kırar savurup alır gider bakarsın, yaprağına kaybeden kolu kırılan ağacın ıstırabına hangi kalem şahit olmuşta yazmıştır. “Ateş düştüğü yeri yakar” derler, köz küle dönse de yürekte ki, yara hiç kapanmaz, acısına hiçbir ilaç merhem olamaz, zamanı geriye sarıp hatıralarla avunursun… Yıl 1960’lar, SORGUN KASABASI bir yanı yazlak, diğer yanı gırgı tepeleri arasında yayla, üstünde bir ovada kurulmuş. Eskiler Büyük Kökne derler, köylük yerden gelenlerde Şehir! Diye söylerler… Bir ilkokulu “Yeşilyurt” bir de Orta Okulu var. Nüfus 2500 ya var ya yok. Köyler de ortaokul olmadığından Sorgun’un civar köylerinden öğrenciler Sorgun’a gelirler… Biraz korku biraz heyecanla… Orta Okulun bahçesin de toplandık, İstiklal Marşı’nın ardından sınıflara doluştuk, Müdür “Merhum İsmet Kapısız” boy sırası yaptırdı, ilk iki sıra kızlara ayrıldı, boyu ufak tefek olanlar kızların arka sırasın da yerlerini aldı. Önümüz de Alime’nin sultan, Tekmile, Müftünün kızı vardı… İsmet hoca “Yusuf Ağanın oğlu sen şu Çakırın yanına otur” dedi. Yanıma oturttuğu öğrenci kasabalı değildi, sen nerden geldin? Dedim. “ Abucaklıyım” dedi. Öğretmen adları tahtaya yazmaya başladı. Sıra arkadaşım “Refik Arslan Öztürk” diye adını söyledi, sıra arkadaşımın gözü bir sıra öbür tarafta, teneffüs olunca o sırada ki arkadaş hemen bizim sıraya geldi. Adı Bünyamin Çamlıdağ imiş… O da Abucaklıymış Epey bir zaman teneffüslerde ayrılmaz ikili olmuşlardı. Bir hafta sonra sıra arkadaşımla kaynaştık. Evden ekşili getirmiştim öğle arası sobada ısıtıp yedik sıra arkadaşım da bana bir avuç kara üzüm verdi sessizdi, sorarsan cevap veriyordu. Naifti tebessüm yüzünden eksik olmuyordu. Bir cumartesi günü “okul yarım gündü”. Bizim bostana gittik mısır közledik. “Bizim mısırlarda böyle” dedi. Arktan kana kana su içtik.

PANSİYON İNŞAATINDA ÇALIŞTIK.

Orta Okulun yanına bir pansiyon yapılmasına karar verilmiş. Biz öğrenciler de taş su çektik. Arkadaşım Refikle epey taş çektik. Köylerden gelen öğrencilerin çoğu pansiyona yerleştiler. Bir müddet Refik’te pansiyon da eğleşti.

ÇORUM’A YOLCULUK

Öğretmenler “Boğazkale’ye gidilecek, gitmek isteyenler adlarını yazdırsın. Ücret 10 Lira” dediler… Refik’te bende yazıldık, Otobüste de yan yana oturduk, Çorum da öğrenciler otelde konakladı. Refik, Ali, ben Çorumlu olan Hasan Kıroğlu’ların evinde geceledik. Çorum bize dünya güzeli gibi gelmişti. Sabah Boğaz Kale’ye geçtik, Hititlerin başkentini öğretmen Ahmet Çetiner uzun uzun anlattı. Grup olarak fotoğraflar çektirdik. Akşamüstü Sorgun’a döndük… Orta iki de sıramız değişmedi. Yalnız Refik “Ben duvar kenarına geçeyim” dedi. Ortamız da fidanlık müdürünün oğlu Hilal oturuyordu. “Merhum Pilot Albay” ön sıramızda aynı kızlardı.

KIR ATLI AĞA

Sorgun-Sivas Caddesi yeni bitmişti. Ofis lojmanın önünde Refik ile oynuyorduk, mevsim kışa çalıyordu. Sırtında yamçılı bir kişi kır atıyla yanımıza geldi. Attan inmedi, Refik’e bir torba uzattı, Refik “sağ olasın baba” dedi. Kır atlı Yusuf Ağa dönüp yoluna devam etti. Kar hafiften atıştırıyordu. Her halde kar yolları kapatmadan Abucağa ulaşayım demiş olacaktı…


Ben orta iki de Ankara’ya gittim. Okula Ankara da devam ettim. Refik Yozgat Lisesine Kayıt olmuş, mektuplaşıyorduk. Ben lise de gazeteciliğe başladım. Ünlü futbolcularla röportaj yaparken çekilen fotoğrafları Refik’e gönderiyordum. O da bana karikatürler çizip gönderiyordu. Hatırımda kalan karikatür bir ağaç ve onu seyreden pantolonu yamalı bir çocuk…


Zamanı geriye ne kadar sararsan sar, günümüze getirmenin imkânı yoktur. Duran zaman, geçen bizler. Naylon kravatlarımızı hatırlıyorum. Efsane bir Vali’nin hayat yolu hiçte kolay olmamıştır. Kırılsa da kırmamıştır. Mevlana öğretisi, Yunus Emre felsefesi, Hazreti Eyüp sabrı, Hazreti Ömer adaleti, Atatürk ışığıyla yürümüştür. Hayatı kısa, bıraktığı insan olma erdemi çok büyüktür. Ne kar senin izini kapatır, ne de sonbahar yaprakları, izin yüreklerdedir, senin tabirinle “canım arkadaşım.”


Bundan böyle sivri dağına şah kartallar uğramayacak, Kanak çayı durgun akmayacak, iğdelik tomurcuk vermeyecek… Abucağın tepelerinde suna ananın ağıdı yankılanacak, yılda bir toplandığımız baba ocağın da canım arkadaşım olmayacak, o olmayınca neşe olmaz, meşk hiç olmaz, tat da bulunmaz…
Suna ana başımı okşayıp “Sen benim beşinci oğlumsun” derdi… Beşinci oğlu, ikinci sırada ki oğlu için ağıt yazıyor haberin oldu mu ana? Melekler haber vermiştir, “Tüyü bitmemiş yetim hakkını arayan oğlun geldi” diye… Zaten oda kanatsız bir melekti… Eline kalem geçince, “Sorgun, Sarıkaya arası Abucağın bükleri başlar, çakırdikenleri sarmıştır cılga yolların etrafını, mor sümbül, dağ lalesi süsler her bir yanı, iğdelik kokar burcu burcu, yamaç da viran kalmış bağlar, ağıt mı yaksam, türkümü söylesem, çığırsam sürmeliyi, mendil değil, çarşaf gerekir gözyaşını silmek için… Hele otursam karşıda ki kayanın üstüne tuttursam Ağa gelin diye… Turnalar gelir eşlik eylerler, üveyikler alkış tutarlar… Hey ki hey, Allahaısmarladık gardaşlarım, hoşça kalın dostlarım, arkadaşlarım, eyvallah sivri dağ, Abucak ben hakkımı helal ettim, sizlerde helal edin, hoşça kalın canlarım.


Güle güle canım arkadaşım, yolun açık olsun ela gözlü kardeşim, bir hoş seda bıraktın, Efsane Vali, Suna’dan olma Yusuf oğlu Refik Arslan ÖZTÜRK.

Editör: TE Bilisim