Bugün bu köşeden yaklaşan 24 Haziran seçimlerini, iktidarı, muhalefeti, milletvekili adaylarını, YSK’nın sandıkları taşıma, birleştirme kararını ve seçmenin tercihlerini yazmak istiyordum fakat yazıyı yazmaya başladığımda kullanmak istediğim kelimelere bir yerden sonra sansür uyguladığımı fark ettim. Yazdığım cümleleri sayısız kere silmek zorunda kaldım. Bir gazeteci için en zor şey, şüphesiz ki yazmak istediği şeyleri yazamamak ve kendine oto sansür uygulamaktır. Bu durumu gazeteci meslektaşlarımın daha iyi anladığını düşünüyorum. Neden kendinize oto sansür uyguluyorsunuz? Sorusunu işitir gibi odum. Size, kendimize neden oto sansür uyguladığımızı birkaç cümle ile açıklayacağım. Çalıştığımız gazetenin ticari kaygısını, reklam gelirlerini gözetmek zorunda kaldığımız sürece kurduğumuz cümleleri silmeye devam etmiş olacağız. Kurumun yayın politikasını baz alarak köşe yazmaya başladığımız an, kendimize oto sansür uygulamaya başladığınız an oluyor. Bu gibi birçok neden daha sıralayabilirim. Bu koşullarda bağımsız gazetecilik mümkün mü? Elbette ki hayır. Ne zaman ki çalıştığın kurumdan ayrılıp yazmaya başladığın an, bağımsız gazeteciliğe birinci adımı atmış oluyorsun. Birinci adımı diyorum çünkü bağımsız gazetecilerinin de istedikleri gibi yazamadıklarını ve kendilerini ifade edemediklerini görüyoruz. İfade eden gazetecilerinin de nerede olduğunu anlatmama gerek yoktur diye düşünüyorum. Uzun bir girişin ardından sonra esas konumuza dönmek istiyorum. Suyumuzun, derelerimizin, elektriğimizin özelleştirildiği ve ihalelerle satıldığı bir dönemde kaldırımlarımızın satılmaması, ihalelere açılmaması mümkün olabilir mi? Her şeyimizin bir bir özelleştirmelere kurban olduğu bir dönemden geçiyoruz. Özelleştirmelere kurban olan alanlarımız ve kaynaklarımız daraldıkça bizim nefes almamız ve yaşamamız bir o kadar zorlaşıyor. Ankara’da ve özellikle vatandaşların çok yoğun olarak kullandığı Kızılay bölgesinde kaldırımların üzerinde haddinden fazla büfenin olduğunu bu kentte yaşayanlar bilir. Bu yetmezmiş gibi birde 2015 yılında Yeni Nesil Büfeler adı altında yeni büfeler yapıldı. Bu büfeler yapılan ihalelerle yeni sahiplerine verildi. Ankara mimarisinin çok iyi anmayacağı Melih Gökçek, (O dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı) bu büfeleri ‘ekonomik büfeler’ olarak tanımlıyordu. Tabi büfelerin ekonomik olmadığı çok sonradan sattığı sakız, çikolata ve sudan aldığı yüksek paralarla anlaşılmış oldu. Tabi ki de Gökçek’in 2015 yılında kurulmasına karar verdiği bu yeni nesil büfelere en büyük tepki şüphesiz ki Mimarlar Odası Ankara Şubesinden gelmişti. Mimarlar odasının o dönem düzenlediği ve benimde gazeteci olarak katıldığım basın toplantısında Tezcan Karakuş Candan şunları söylemişti: Kaldırımda yürümeyi engelleyen, karşıdan karşıya geçmeyi bile engelleyen büfeler bir de ‘yeni nesil büfe’ ismiyle adlandırılmış. Bize göre, bu büfeler yeni nesil işgaldir.” 2015’ten beri yeni nesil büfelerin gün be gün yeni nesil işgal büfelerine dönüştüğünü bu kentte yaşayan biri olarak görüyorum. Benim evime yakın olan bir büfeden sizlere örnek verebilirim. İlk başta sadece büfenin kendisi kaldırımın üzerine kuruldu. Daha sonra bu büfenin yanına soğuk içecek dolapları konuldu. Ondan sonra da bu dolapların yanına oturaklar bırakıldı. Geçiş yolu bu şekilde tamamen de olmasa kapatıldı. Kamusal alanda insanlar yürürken karşılarında bu şekilde büfeler ile karşılaşmak zorunda mı? Kamuya ait bu alanlar neden özelleştiriliyor ve o da yetmezmiş gibi denetimsizlikten kaynaklı gün be gün bu alanlar genişletilerek yollar kapatılıyor. Kent yaşanılamaz durumda, kentte yaşayanlar sürekli engelle karşılaşıyor. Bizlerin bile zorla geçtiği bu kaldırımlarda engelli bir vatandaşın geçme durumunu düşünmeyi de siz okuyuculara bırakıyorum. Bir ara Mustafa Tuna’nın yönetimindeki Ankara Büyükşehir Belediyesinin bu büfeleri kaldıracağı söylentileri ile karşılaşmıştım. Yapılabilir mi? Bilemem. Fakat bu konuda yapılacak bir ankette kaldırılması konusunda vatandaşlardan yüzde yüz bir talep olacağını tahmin ediyorum. Kalın sağlıcakla..  

Editör: TE Bilisim