Ahmet Hamdi Tanpınar zamanı tanımlarken, "Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında; yekpare, geniş bir ânın parçalanmaz akışında" böyle bir ifade kullanır. 

Ünlü fizikçi Julian Barbour ise zamanın tarifini şöyle yapmaktadır: "Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka bir şey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler."

Zaman ve mekan birbirinden bağımsız kavramlar değillerdir. Bu iki kavram bazı şeylerin değerini yükseltirken aşağı da çekebilir. Çölün ortasında kalan bir kişi suya sonsuz derecede değer verirken, savaşın ortasında yaralanan bir asker için en önemli şey ise doktordur. Çölde susuz kalan kişiye tekrara dönecek olursak bu kez de hayatta kalabilmek için bulduğu suyu tasarruflu kullanmaya başlar. Fakat su kaynakları içerisinde olan biri için su aynı şekilde değerli olamayabiliyor. Ne zaman ki o kişi de çölde kalmak zorunda kaldığında su kendisi içinde değerli olmuş olacaktır. Dolayısıyla bir şeyi değerli kılan mekan ve zamandır.

Siz siz olun elinizde bulunan bütün nimetlerin ve kaynakların değerini bilin ve her an onlara ihtiyacınız olacakmış gibi israflı kullanın. Ki, değerini bildiğiniz ürünlere ihtiyacınız kesinlikle olacaktır. Sizin olmasa bir başkasının ihtiyacı olabilir. Özellikle su gibi hayati önemde olan bir kaynağın değerini daha çok bilmelisiniz. Geleceğimiz su sıkıntısının yaşanabileceğinin sinyallerini veriyor. Yakın gelecekte petrol savaşları gibi su savaşları da başlayacaktır. Onun için elinizdeki kaynakların nimetlerin değerini bilerek tasarruflu kullanın. Öfkenize yenilmeyin, aklınızı kullanın. 

Nasreddin Hocayı ve hikayelerini duymayanınız yoktur. Yukarı da anlattığım durumu anlatan birçok atasözü ve deyim de vardır. Fakat Nasreddin Hoca’nın aşağıda size aktaracağım hikayesi bu konuda ders çıkarılabilecek nitelikte bir hikayedir. Hikâye şöyle;

Nasreddin Hoca'nın komşusunun iri yarı toy bir delikanlı olan oğlu, sıcak bir yaz gününde ormana gidip odun hazırlamağa karar vermiş. Gittiği baltalık ormanda su yokmuş. Herkes heybesine bir testi su koyar öyle gidermiş. Delikanlı ise, "Su testisini taşıyacağıma iki üç karpuzu taşırım, daha iyi olur. Nasıl olsa dönüşte odunları sırtlayıp getireceğim. Birde toprak testimi kırmadan geri getirmeye uğraşmayayım" diye düşünmüş. Torbasına karpuzlarını koyup ormana gitmiş.

İşe koyulmadan evvel bir karpuz yiyeyim demiş. Karpuzu kesmiş. Beğenmemiş, bir kenara atmış. Öbür karpuzları kesmiş, o karpuzlar da çok hammış, kaldırmış atmış. Kızmış karpuzların üstüne işemiş.

Ormana gitmekte olan Nasreddin Hoca olayı görmüş. Yanına yaklaşınca: "Delikanlı, ham da olsa nimete işenmez, tövbe et. Nimeti vereni gücendirirsin!" Demişse de delikanlı öfkesini yenip tövbe edememiş.

Öğlen vaktine doğru hem sıcaklardan hem de çalışmaktan dolayı iyice susamış. Etrafta su isteyebileceği hiç kimse yok. Su yok. Varmış ham karpuzların yanına. "Ona değdi, buna değmedi" diye diye attığı bütün karpuzları yemiş. Son parçalardan birini yemekteyken, ormanda işini bitirip, eşeğine odunlarını yükleyip dönen Nasreddin Hoca ile tekrar karşılaşmış. Hoca bir yenmiş karpuzların kabuklarına ve birde delikanlıya bakmış:

"Suphanallah, bak, becerip tövbeni yetiştiremedin. Rabbim ne kadar çabuk, senin çişini sana yedirdi!" demiş.

Editör: TE Bilisim