Atatürk’ün 23 Temmuz 1919 günü Erzurum Kongresi’ni açış nutkunu, savaşlarda başarıya ulaştıktan sonra 15-20 Ekim 1927 günleri arasında söylediği büyük Nutuk’tan sekiz yıl önce dile getirilmiştir. 

Atatürk, Büyük Nutku’unda, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmadan önce, bu karara nasıl ve niçin vardığını şu ifadelerle dile getirir:

Hakikat-i halde, içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklâli, padişah, halife, hükümet, bunlar hepsi medlûlü kalmamış birtakım bî-mânâ elfâzdan ibaretti.

Nenin ve kimin masûniyeti için kimden ve ne muavenet taleb olunmak isteniyordu ?

O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?

Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı : O da hâkimiyet-i milliyeye müstenit, bilâ-kayd ü şart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek!”

Burada dikkatimizi çeken en önemli hususlardan biri, Atatürk’ün daha o tarihte gideceği istikameti çok iyi belirlemiş olmasıdır.

Büyük Nutku’ndan alınan şu cümleler onun kararlılığını ortaya koyması bakımından dikkati çekicidir :

Ancak dokuz senelik ef’al ve icrââtımız bir silsile-i mantıkiye ile mütalaa olunursa, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz istikamet-i umumiyenin ilk kararın çizdiği hatta ve teveccüh eylediği hedeften asla inhiraf eylememiş olduğu kendiliğinden tebarüz eder.”

Bu sözler, eylem ve düşünceyi birleştirmeyi başarabilen bir insanın söyleyebileceği cümlelerdir. O, Büyük Nutku’nu söyledikten sonra da aynı hedefi takip etmiş ve bize bir Cumhuriyet bırakmıştır.

Erzurum Kongresi’ni “Açış Nutku”, Atatürk’ün “çıkış noktası”nı göstermesi bakımından çok önemlidir. Bu nutkunda Atatürk’ün üzerinde ısrarla durduğu kelime “millet” ve “milliyet” kelimeleridir. 

İmparatorlukların yıkıldığı, milletlerin sömürgeci Avrupa’ya baş kaldırdığı bir dönemde, Atatürk’ü başarıya ulaştıran başlıca sebep, Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu durumu çok iyi anlaması ve irade gücünü milletten almasıdır.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, “milliyetler esası”na dayalı bir barış yapılacağı vaad edilir. Osmanlı devleti bu vaadi ciddiye alarak barış ister ve bir mütareke yapar. Fakat İtilaf devletleri sözlerinde durmazlar, İstanbul’u işgal ederler. Maksatları Türkiye’yi paylaşmaktır. Bu durum karşısında saray ve hükümet âciz kalır.

Atatürk, bu durumu, dış güçlerin baskısından ziyade İstanbul Hükûmeti’nin “murakabe-i milliyeden azade olması” ile izah eder. Atatürk’e göre hükümet, ancak “millî irade”ye dayandığı zaman güçlü olur. Millî iradeye dayanmayan hükümetler, dış düşmanların baskılarına boyun eğmeğe mahkûmdurlar. Sarayı ve sarayın atadığı hükümetleri âciz bırakan husus ise “vicdan-ı millî”yi, “kuvâ-yı milliye”yi inkâr ve hattâ ihmal etmesidir.

Düşmanlar da Türklerin “irade-i milliye”den yoksun oldukları kanaatindedirler.

Atatürk ise, Türk tarihine dayanarak, Türk milletinin iradeli bir millet olduğu inancındadır :

650 seneden beri müstakilen saltanat sürmüş ve tarihî adl ü celâdetini vaktiyle Hindistan hududuna, Afrika’nın ortasına ve Macaristan’ın garbına kadar yürütmüş olan bu milletin esarete, kölelik pâyesine indirilmesi” ve tarih sahnesinden silinmek istenmesi, Avrupalıların iddia ettikleri “milliyet esâsâtiyle kabil-i telif” değildir.

Gerçekten de yüzyıllar boyunca “adl ü celâdetini” dünyaya ispat etmiş olan bir milleti yok etmek imkânsızdır. Atatürk bu vakıaya dayanarak şöyle der :

Efendiler! Malûm’hakayıktandır ki tarih, bir milletin kanım, hakkım, varlığını hiç bir zaman inkâr edemez. Binaenaleyh böyle bir nikab-ı bâtılın arkasından vatanımız ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, kanaatler muhakkak mahkûm-ı iflâstır.” (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I (1919-1938), 2. bs., TTK Basımevi, Ankara 1961, s. 4)

Saray âciz kalsa bile, Türk milletinin bu utanç verici durum karşısında tepki göstermemesine imkân yoktur. Nitekim “millî vicdan”, “Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye, Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye, Müdafaa-i Vatan, Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye ve Redd-i İlhak” gibi teşekküllerle uyandığım yüksek sesle ortaya koymuş ve “mukaddesat”ı korumak için millî bir akım doğmuştur. Atatürk bu millî akımı bütün vatanı saran “bir elektrik şebekesi”ne benzetiyor ve onun vatanı ve milleti kurtaracağını belirtiyor. Cümlesi şöyledir :

“İşte bu şebeke-i azimkârânenin vücuda getirdiği ruh-ı celâdettir ki, mübarek vatan ve milletin mukaddesatım tahlis ve himayeye müstenit son sözü söyleyecek ve hükmünü tatbik ettirecektir.” (s. 5)

Bundan sonra Atatürk gözlerini dünyanın içinde bulunduğu duruma çevirerek, doğuda ve İslam âleminde emperyalizme karşı yapılan mücadeleleri zikreder: Mısır’da, Hindistan’da, Afganistan’da, Suriye ve Irak’ta, Kafkasya’da, Rusya’da, Azerbaycan’da halkın İngilizlere isyan ederek ecnebi boyunduruğundan kurtulmak için yaptıkları mücadeleler üzerinde durur.

Bu suretle Atatürk, millî istiklâllerini tehlikede gören her milletin yabancı esaretine karşı baş kaldırdığını ve “bütün mevcudiyet-i milliyeleriyle çarpıştıklarını” ispat ediyor. (s. 6)

Bundan sonra Atatürk, kendi durumuna geçerek, daha İstanbul’dan ayrılmadan evvel “vatan ve milletin çare-i tahlisi hakkında birçok rical-i mes’ule ve muktedire ile görüştüğünü” (s. 6) ve şu neticeye vardığını belirtir :

İstanbul’da, etrafı düşmanlarla çevrili, kendilerini daima tehdit altında hisseden aydınların ve halkın harekete geçmesine imkân yoktur. Millî irade ancak, Anadolu’da kendisini gösterebilir. Bu düşüncelerden sonra Atatürk’ün vardığı neticeyi kendi ifadesiyle veriyorum :

Herhalde mukadderata hâkim bir idare-i milliyenin müdahaleden masûn bir surette zuhûru ancak Anadolu’da muntazırdır. Buna istinadendir ki, bir şûrâ-yı millînin vücudunu ve ancak kuvvetini irade-i milliyeden alacak mesul bir hükümetin mevcudiyetini talep etmek bilhassa son zamanlarda payitahtın hemen tekmil tabakat-ı mütefekkirini için bir fikr-i sâbit halini almıştır.” (s. 6)

Bu cümle daha sonra Atatürk’ün geliştireceği hareketlerin özünü ifade eder. Bunları kısa olarak şöyle ifade edebiliriz :

Atatürk, burada açıkça “millî irade”yi temsil eden, millete karşı sorumlu bir hükümet kurulmasından bahsediyor. Bu fikrinin Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu ile gerçekleştiğini görüyoruz.

Erzurum Kongresi’ni açış konuşmasında Atatürk; “millî duygu”, “millî vicdan” ve “millî irade”ye verdiği önemi vurgulamıştır. 

Atatürk, Anadolu’ya çıktığı zaman, dış ve iç düşmanların millî hareketi tesirsiz bırakmak ve millî istekleri felce uğratmak için, ellerinden gelen kötülüğü yapacaklarının farkındadır. Fakat Atatürk, büyük bir azimle harekete geçen Türk milletinin başarıya ulaşacağından emindir. 

Erzurum Kongresi’ni açış konuşmasının sonunda bu inancını şöyle ifade eder:

Fakat mukaddesatının gaye-i necatıyle çırpman bütün millet işbu tarîk-i azîm ve mücahedesinde her türlü mevânii, muhakkak ve mutlaka kırıp süpürecektir.” (s. 7).

Atatürk, Millî Mücadele’ye başlarken sürekli tekrarladığı “millî duygu”, “millî vicdan” ve “millî irade” kavramları, Türk halkına inancının temelini oluşturmuştu. Türk halkında verdiği önemi ve Türk halkına inancını bu kelimelerle sık sık dile getirdi.  Sahip olduğu bu inancını hiçbir zaman kaybetmemiştir. Attaürk’ün bu inancından alacağımız en büyük derslerden biri de budur.

Editör: TE Bilisim