Aşı karşıtlarının muhalefet gerekçeleri inanç özgürlüğüne dayanıyor. Son zamanlarda bu gerekçelere bir yenisi daha eklendi diyebiliriz o da bilimsel şüphecilik. Geçmiş yıllarda yaşanan aşı kazaları, skandal tıbbi hatalar gibi durumlar aşı karşıtlarının gerekçelerini her zaman güçlendirmiştir. Bu skandallara örnek vermek gerekirse en bilinenlerden biri olan Cutter Kazası örnek olarak verilebilir. 1955 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin batı yakasında yapılan aşılamada yaklaşık 200 bin çocuğa yanlışlıkla canlı virüs içeren aşı yapılmıştı. Bu çocukların 40 bine yakını vaka geçirdi, 200’e yakını kalıcı felç geçirdi ve bilinen resmi rakamlara göre 10 çocuk hayatını kaybetti. Bu ve bunun gibi tıbbi kazalar aşı karşıtlığını besleyerek daha da güçlenmesine sebep oldu. Yani aşı karşıtlığının aynı zamanda köklü bir geçmişi var. 

Sadece bu skandallar da değil, algı operasyonları da aşı karşıtlığının yükselmesinde büyük rol oynuyor. Astra Zeneca’nın bazı kişilerde ölüme yol açması diğer aşılara olan güveni de sarsmış durumda. Üstelik tüm COVID-19 aşılarının kısa bir zamanda bulunmuş olması, ilerleyen yıllarda göstereceği etkilerinin bilinmemesi gibi konular da aşıya olan güvensizliği artıyor. Delta varyantının yayılması, Sinovac ve Astra Zeneca’nın bu varyanta karşı düşük bağışıklık gösterdiğini ortaya koyuyor.  Aşı olmak istemeyen ve aşıya güveni olmayan kişilerin kendilerince haklı çıktığı bir durum daha oluşmuş oluyor. Ancak bu durumda yapılması gereken şey aşı karşıtlarını kışkırtmak, kızdırmak veya linçlemek olmamalı. Tam aksi onları ikna edecek bilimsel verileri önleri sunmak ve ikna edici olmak gerekiyor. Aşı karşıtlarının sayısı gün geçtikçe artarsa bu tüm toplum için büyük bir tehlikeye yol açacaktır. Bu kişilerin sadece kendi hayatlarını değil toplumun tüm kesimlerinin hayatını tehlikeye attığının da onlara anlatılması gerekiyor. Burada iş Sağlık Bakanlığı olmak üzere tüm sağlık kurumlarına, sivil toplum kuruluşlarına düşüyor.

Editör: TE Bilisim