“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, Bir orman gibi kardeşçesine”   Şimdi sizlere desem ki, Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma (TEMA) Vakfı Kurucu Onursal Başkanı “Toprak Dede” Hayrettin Karaca, Yalova'daki evinde önceki gün 97 yaşında yaşamını yitirdi. Hayrettin Karaca, geride doğaya adanmış kocaman bir ömür bıraktı. Geride milyonlarca tohumu, fidanı, ağacı ve çevre bilincini gelecek kuşaklara miras olarak bıraktı. Karaca "Alternatif Nobel" ödülüne layık görülmüş, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından da 'Orman Kahramanı' seçilmişti. Karaca, doğa ile nefes aldı, toprakla kucaklaştı, çiçeklerle, otlarla arkadaşlık etti. Ağaçları sevgili, dost, yar edindi. Ağaçların, toprağın, rüzgârın sesini dinledi, acısını paylaştı, dertlerine  derman oldu. Ağaç ve toprak öksüz kaldı. “Toprak Dede”ye bir ağaç nedir diye sorsalar kuşkusuz şu yanıtı verirdi: Peter Wohlleben, “Ağaçların Gizli Yaşamı” adlı kitabında, ağaçların gizli yaşamından söz ediyor. Adam kendine ormancı diyor ama bildiğiniz kereste ticareti yapıyor. Nedense çocukluğumdan beri ormancı kelimesi bana meslek olarak “ormanı koruyan kişi” çağrışımı yapmıştır. Peter Wohlleben,  günün birinde ölü ormanlara turistik geziler düzenlemeye karar veriyor. Ve değişim tam da burada başlıyor. Kendi ticaret mantığına göre yamru yumru ve değersiz bulduğu ağaçlara hayran kalıyor insanlar. Toprağın dışına taşmış köklerine, yosun tutmuş kabuklarına gösterilen sevgiyi ve ilgiyi görünce kendisi de bambaşka bir gözle bakmaya başlıyor ormana. Bu konuda ne kadar bilimsel araştırma varsa peşine düşüyor. Ağaç, acıyı hissedebilir, hafızaları vardır ve ebeveyn ağaçlar çocuklarını eğitir ve korurlar, inanır mısınız? Günde bin defa önünden öylesine geçtiğiniz ağaçlara hiç bu gözle baktınız mı? İlk şaşırtıcı haber şu : Ağaçlar kökleri aracılığıyla sadece haberleşmekle kalmıyor, birbirlerine hayatta kalmak için besin ileterek yardımlaşıyorlar. Anlayacağınız, o üstüne gamsızca basıp geçtiğimiz toprağın altında resmen bir sosyal yaşam var. Bir çeşit komşuluk ilişkisi, hatta ahlakı var. Ağaçların kimisi daha iyi dost, kimisi birbirinden hiç haz etmiyor. Nereden mi anlıyoruz?  Ağaçların tam altlarında durup yukarı bakın. Bazısı dallarını dümdüz yukarı uzatır, kimseyle arkadaş olmaz. Kibirlidir yani. Bazılarına bakınca dallar çetrefilli bir biçimde tepişiyor duygusuna kapılırsınız. Ama bazısı da vardır ki, uyumla iç içe geçmiştir dalları. Öyle ki hangi yaprak kimin, hangi meyve kimin dalında emin olamazsınız. Peki ağaçlar kendilerini nasıl ifade ediyorlar birbirlerine? “Koku” ile iletişim kuruyorlar. Müthiş değil mi? Biriktirmiyor, paylaşıyor. , en çok güneş ışığını ben alayım, en çok şekeri ben üreteyim,  stoklarım bir kaç sene götürür beni demiyor. Fazlasını paylaşıyor. Biliyor ki zamanın birinde kendisi gıdasız kalırsa başka bir kök besleyecek onu. Yani aç kalma ihtimali yok.  Yardımsız, çaresiz kalma ihtimali yok. Çünkü kendisi de kimseyi yardımsız, çaresiz bırakmıyor. Bu böcek, bu zürafa benim yapraklarımı yedi, yandakini de yesin de ben kendimi yalnız hissetmeyeyim demiyor. Koku İLE önce kendini, sonra etrafındaki yüzlerce ağacı uyarıveriyor. Doğasında var bu. Aksi mümkün değil. Farz edelim bir zürafa geldi bir akasya ağacının  yapraklarını yiyor. Öyle de bir yiyor ki neslini sürdürmesini engelleyecek şekilde. Hemen korumaya alıyor kendini, hem de hızlıca, birkaç dakika içinde. Yapraklarına zehirli bir madde salgılıyor. Sadece kendini korumakla kalmıyor, diğer ağaçları uyarmak için etilen gazı salgılıyor ki, onlar da yapraklarını toksik hale getirip kendilerini kurtarsınlar.  Diyeceksiniz ki, e güzel ama bu nasıl tespit edildi ki? Çok basit. O zürafalar yapraklarına zehir salgıladığını anladıkları ağaçları bırakıp da yanındaki ağaca dalmıyor, gidiyorlar 100 metre uzaktaki ağaçlara. Çünkü o uyarı düdüğü yerine geçen kokunun uzanabildiği alan yüz metre. Yani çok uzağa gidemiyor kokular, ama inanılmaz hızlı. Meşeler kemirgen böceklere karşı böyle korurmuş kendini, söğütler ise bildiğimiz salisilik asit salgılarmış. Hepsinin bir kalkanı var. Ağaç köklerinin ucunda mantarsı ağlar varmış. Bunlar kimyasal sinyaller gönderip diğer kökleri uyarıyor. Hava nasıl olursa olsun, mevsim ne olursa olsun bu ağlar işlevini mükemmel yerine getirirmiş. Bu mantarları fiber optik kablolara benzetiyor yazarımız. Hani bizim “www” internetimiz gibi. Üstelik orman yaşamı içinde sadece ağaçlar değil, çalı ve çimenler de bir çeşit bu şekilde bilgi alıp veriyor. En hayran olduğum detay da şu, ağaçlar zayıf ve güçlü taraflarını aralarında eşitlermiş. Yani güneş ışığı alan her ağaç köklerinde şeker üretiyor. Ve sıkı durun şimdi, şekeri fazla olan şeker veriyor, fakir olan destek alıyor.  Ne ile? Yine o fiber kabloya benzettiğimiz mantarlar yoluyla... Anlayacağınız, toprağın altında dünya yüzeyinde görmediğimiz bir adil düzen ve eşitlik var.! İki yüz küsur sayfalık kitap elbette bu yazıya sığmayacak kadar detay dolu. Onlara boğmayacağım sizi. Doğa ne muhteşem bir öğretmen dedim. Tanrı belki de insanları yoldan çıktıkları zaman ıslah edebilsin diye yarattı onu. Bakıp da doğru yolu bulalım diye. Doğada biriktirmek yok mesela. Çünkü güveni var yaşama. O yaprak sararıp düşecek, dalları kuruyacak, ama bahar yeniden gelecek, belki bu defa daha da güzel yapraklar saracak dallarını. Biriktirmiyor, paylaşıyor. Çünkü bir ağaç, yalnızca kendisini çevreleyen orman kadar güçlü olabilir. Ağaçların gizli yaşamından söz edince Nazım Hikmet’in şu dizelerini anmadan geçemeyiz. Bu dizeler ağların gizli yaşamını ve insan olmanın vasıflarını anlatıyor. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür Bir orman gibi kardeşçesine” Toprak Dede’ye Tanrıdan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyor ve Diyoruz ki; Ağaçlar acıyı hissedebilir…    
Editör: TE Bilisim