Her bir günlük aslında geçmişte çekilmiş bir fotoğraftır. Neredeyse evlerine hiç uğramadan cepheden cepheye koşan, sekiz yıl boyunca savaşan büyük dedelerimiz, belki de günlük tutarak hem dertleşiyorlar hem de büyük iş yaptıklarını bilerek tarihe not düşüyorlardı. İyi ki de günlük tutmuşlar. O günlerde yaşananlara, o günlerdeki şehirlere, kasaba ve köylerdeki hayata yüz yıl sonra birebir nasıl tanıklık ederdik.

Bir önceki yazımızda Hüseyin Fehmi Genişol’un İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Çanakkale’den Bağdat’a Esaretten Kurtuluş Savaşı’na / Cephe’de Sekiz Yıl Seki Ay (1914-1923)” isimli kitabından söz etmiş, onun 98 yıl önce yedi aya yakın kaldığı Beypazarı ve Ankara izlenimlerinin bir kısmını aktarmıştım. Şimdi kaldığımız yerden Beypazarı ve Ankara’nın o günlerini okumaya devam edelim:

“21 Eylül 1921. Şehrin [Beypazarı] içmekte oldukları sular, ma-i leziz ismi altında bir su olduğu gibi, kimya suyu dedikleri –yalnız şekeri noksan– birtakım eczalarla yaptıkları gazozlardan daha müthiş bir özelliğe sahip bir suydu.

Kabristanda kabirlere konulan tahtaların yarısı, mezarların haricinde kalıyordu. Her tarafta kabristan gibi hususi sandık ve taşlar yaptırıp koydurmak usulden ve adetten olmamıştı. Halkın tamamı desem uygun olur ki büyük küçük herkes abaniye denilen hacı sarığı sarardı. Din ve diyanetine bağlılardı. Bunun aksine olarak genç kısmı, fena işlere meyilliydi. Ticaret işlerinde hayli görgü ve bilgiye sahip birçok eşraf olmakla beraber şehirde büyük bir ticaretgâh görünmüyordu. Lokanta, kıraathane, hususi berber vesair de yoktur. Belediye temizliği keza, polis keza, küçük küçük dükkânlardaki esnaflar tüccar namını taşıyordu.

15 Nisan 1922… Doğuya, Ankara yönüne yürüdük. Ayaş-Beypazarı arası 45 kilometre olmasına rağmen yollar ağaçlık ve dağlık olmadığı için arada görülen çiftliklerde kalmadık ve akşama kadar yürüdük. Bin güçlükle hayvan ahırına benzeyen Ayaş Şube misafirhanesine ulaştık. 16 Nisan 1922. Saat 5’te tekrar yola çıkarıldık. Meşhur Stanoz Çayı (Yenikent) üzerinde kurulmuş, Rum ve Ermenilerin oturduğu Stanos kazasının sevkiyatında geceyi geçirdik.

17 Nisan 1922. Stanos’tan hareket ettik. Hiçbir ağacı ve tek bir çalısı olmayan yüksek dağlar üzerinden güneşin battığı sırada, Milli Ordu’nun bulunduğu Ankara şehrinin binalarının camları parlamaya başladı. Saat 10.30 sıralarında Ankara İstasyonu yakınlarındaki Seferi Sevk Komisyonu’na katıldık. Akşamüzeri Garp Cephesi’ne teftişe gitmiş olan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, asker ve halkın alkışları arasında geldiği trenden inerek şehre gitti.

23 Nisan 1922. Bugün, Büyük Millet Meclisi’nin resmi açılışının üçüncü yıldönümü olduğu için bir övünç kaynağı olmuştu. Çünkü bütün halk yarış meydanına toplandı. Sayısız oyunlar ve yarışlar yapıldı. (…) 24 Nisan 1922. Ankara’ya geldiğimi haber alan Adapazarlı Derici Nuri Efendi görüşmek için gelmişti. İstasyonun tren hattına bitişik meydanlığında sohbet ederken, karşımızda bütün debdebesiyle görünen ve asrisiyle yükselen ve milli idarenin gerçekleştiği yer olan, yalçın kaya ve bayırlar üzerinde bulunan, kalesiyle toprak sıvalı binaların arasından gökyüzüne doğru uzayan Ankara’nın beyaz minareleri görünüyordu. Etrafındaki hususi bahçelikler dışında kenarında, köşesinde hiçbir ağacı görünmeyen ve Arabistan’ın bazı şehirlerini andıran Ankara’nın manzarasını hafızamıza yerleştirdik.”

Editör: TE Bilisim