Macar araştırmacı Béla Horváth, 1913 yılında, Budapeşte’deki Turan Cemiyeti’nden ve İstanbul’daki Tahsil-i Sanayi Cemiyeti’nden aldığı referanslarla Anadolu’da bir seyahate çıktı. Bu seyahat, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde İstanbul ve Ankara üzerinden Nevşehir, Niğde, Konya ve Karaman’a kadar at sırtında 2300 kilometrelik bir alanı kapsıyordu. Béla Horváth gezisi sırasında son derece ilginç kültürel, etnografik ve sosyolojik gözlemlerde bulundu. Devlet adamları, aydınlar, subaylar ve Anadolu’nun sıradan insanlarıyla konuştu, onların geleceğin Türkiyesi’ne ait görüşlerini kaydetti. 1913 yılında Anadolu’da, Shakespeare’in “Othello”sunu izlemek için tiyatroya gitti, Hasandağı’na tırmandı, fasulye yedi, ayran içip antik şehirleri dolaştı. Peki, Béla Horváth tüm bu seyahatlerinde gördüklerini, yaşadıklarını nerede anlatıyor? 2010 yılında Tarih Vakfı Yurt Yayınları arasından çıkan “Anadolu 1913” isimli kitabında. Biz de bu seyahatin Ankara kısmından kısa bir özet aktaralım: “9.30’da Cahhal Köyü yakınlarındayız. Birden karşımıza dağlar tarafından çevrelenmiş geniş bir ova çıkıyor. Ovanın ortasında Mogan Gölü ve Eymir Gölü parıldıyor. Bu ovada birkaç yol birleştiğinden, yol birden canlanıyor. Artık büyük bir kente yaklaştığımızın en önemli işareti bu. Yolcular, okullu çocuklar, askerler kafileler halinde Ankara’ya doğru ilerliyorlar, Yol, Mogan Gölü’nün çıplak kıyısına iyice yaklaşıyor. Gölün civarında binlerce kaplumbağa olduğunu fark ediyoruz. Kuru ve ince başlarını güneşe doğru çeviren bu hayvancıklar atlarımızın sesini duyunca göle doğru hareketleniyorlar. İncesu ve birkaç ufak dere tarafından beslenen gölün kıyısı belki de milyonlarca kurbağa yavrusuyla kaplı. Yaklaştığımızı görünce hepsi birden suya atlıyor ve çıkan yüksek sesten ürken atlarımız şaha kalkıyorlar. Binlerce leylek, karabatak, martı, pelikan ve diğer su kuşları tarafından işgal edilen gölün geri çekilme halinde olduğu, kıyıdaki söğüt ağaçlarının durumundan anlaşılabiliyor. Ayrıca su bitkilerinden ve sazlıklardan su seviyesinin gölün içinde de fazla yüksek olmadığı görülüyor. Öğleye doğru gölün öbür kıyısındaki Gölbaşı Hanı’na ulaşıyoruz. Öğle yemeğinde kavun ve kara ekmek yiyoruz. Şimdi artık yolun son etabı başlıyor. Önümüzde artık bir tek zor boğaz kaldı: 1200 metre yükseklikteki Köpekli Boğaz. 30-31 Ağustos… İşte, Doğu ve Batı arasında onca savaşa ve kan dökülmesine neden olan Ankara önümüzde, yüzlerce metre derinde. Bu kenti Frigyalılar kurmuşlardı. Kral Midas tarafından kurulan şehir daha sonraları Galatların başkenti oldu. Ardından MÖ 189’da Manlius Vulso tarafından fethedilerek Romalıların eline geçti. Neron tarafından bölge merkezi haline getirilen Ankara (Ankyra) o dönemde Sebasta adını aldı. Şehir bundan sonraki tarihi boyunca da çok talan ve işgal yaşadı, çünkü doğu-batı yollarının kesişme noktasında olması nedeniyle halklar hareketinin ve orduların sürekli uğrak yeri olmaktan kurtulamadı. Yüksek boğazdan döne döne inen yolu hızla kat etmeye çalışıyoruz. Arkamızda fırtına işareti olan bulutlardan önce kente ulaşmak niyetindeyiz. Üzüm bağları ve bağ evleri arasından geçerek, şehre doğru yaklaşıyoruz. Birden uzaklardan bir tren düdüğü duyuyoruz: Ne kadar ilginç ve tanıdık bir ses! Ben atımı dörtnala kaldırıyor ve Bekir Efendi’nin Hürriyet Oteli adını taşıyan oteline bir an önce ulaşıyorum.”

Editör: TE Bilisim