Dünya, bu yüzyılın başından beri ilk defa her alanda belirsizliklerin öne çıktığı bir dönemden geçiyor. Büyük askeri seçenekleri tetikleyecek kadar karmaşık bir hal alan bu belirsizliklerin düğümü, Türkiye’nin de tam ortasında bulunduğu coğrafyada çözülecek. Bu anlamda Türkiye’deki her seçim, “varlık/yokluk” tartışmaları ekseninde vücut buluyor. Şubatın ortasındayız ama kısa çektiğinden mi bilinmez Türkiye seçim sath-ı mailine iyiden iyiye girdi. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, yerel seçimlerin sadece belediye başkanı seçmekten ibaret olmadığını, bir beka sorunu olduğunu söylemesiyle tartışmalar da buraya düğümlendi. Bahçeli’nin cümlelerini bir anımsayalım: “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini’nin kazasız belasız devamını önemli bir görev addediyoruz. 31 Mart seçimlerini beka merceğinden analiz ediyoruz.” Siyasi analistlere göre de “beka” vurgusu, coğrafi parçalanma tehdidini ortadan kaldırmakla birlikte sosyolojik keskinleşmenin derinleşmesini önlemek ve ortak siyasal bir kültür oluşturmak anlamlarına da geliyor. Buradan hareketle Bahçeli de özetle güçlü bir devlet için 24 Haziran 2018’deki Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimlerde “Cumhur İttifakı”nı seçtiniz, ortak siyasi bir kültür oluşturmak ve güçlü görüntünün devamı için belediyelerde de “Cumhur İttifakı”nı tercih edin” diyor. İç politikadaki durumu dış politik gelişmelerden bağımsız düşünemeyeceğimiz için beka sorununu biraz açmakta fayda var: “Suriye’deki iç savaş sekizinci yılına girerken bölgenin güvenliği, siyaset uzmanlarının da tespit ettiği gibi Soğuk Savaş’tan beri en derin krizlere sahne olmaya başladı. Özellikle Türkiye’nin sınır komşularında yaşanan kriz, bölgenin önümüzdeki süreçte daha sert güvenlik sorunlarıyla karşılaşabileceğini gösterdi. Bu da Türkiye’nin öncelikle iç bütünlüğünü koruma ihtiyacı olduğu gerçeğini somutlaştırdı. FETÖ’nün darbe girişimiyle yara alan devlet mekanizmasının yeniden inşası, PKK sorunu da eklenince iç güvenliğin tahkim edilmesi için birinci halkayı oluşturuyordu. Türkiye, devlet aygıtının yaralarını sarmaya çalışırken bir yandan da beka sorunu olarak gördüğü “FETÖ ve PKK” hassasiyetlerini, uluslararası arenadaki muhataplarına açıkça anlattı. 2016’daki FETÖ darbe girişimi milat olarak kabul edilebilir ancak az daha zorlayarak miladı, biraz daha geriye götürmek mümkün. Çünkü Türkiye 2013’e kadar dış politikada yumuşak güç kullanan bir politika tercih ediyordu. 2013 sonrasında ise kısmen de olsa “köklü” bir değişikliğe doğru ilerleyiş başladı. Arap Baharı ile Orta Doğu’daki değişimler, terörist saldırılar ve vekâlet savaşları, Türkiye’nin dış politikasını yenileme ihtiyacı doğurdu. Türkiye’nin politika değişikliğindeki asıl amaç aslında sınır güvenliğini ve bekasına yönelik tehditleri en yüksek seviyede karşılamaya yönelik adımlardı. ABD Başkanı Donald Trump’ın seçildiği günden beri, uluslararası planda gösterdiği performans da kaosları derinleştiren yeni bir unsur olarak ortaya çıkıyordu. Oluşan bu kaotik durumun da özellikle Orta Doğu’ya büyük etkileri net olarak yaşanıyordu. Bu da Türkiye’nin bekası için “güçlü devlet arayışı”nı daha hızlı öncelemesi gerektiği fikrini güçlendirdi. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı, Avrupa devletleriyle ilişkilerinde diplomasiyi, zorunlu olarak sıcak savaşın yerine koydu. Ancak yine de toprak kayıplarının ve yıkılmanın önünü alamadı. Bu savunma pozisyonu, 1919-1922 arasındaki Milli Mücadele döneminde önemli bir kırılma yaşadı. Misak-ı Milli çerçevesinde bekasını korumak için yayılmacı olmayan savaş verildi. Sonraki yıllarda yaşananları yani devletin, sınır içi ve ötesi harekâtlarını ise mevcut kazanımları hasar almadan devam ettirmek olarak görmek gerekiyor. 15 Temmuz’dan sonra bir kırılma daha yaşandığı ve Türkiye’nin eksenin kaydığı belirtiliyor. Ancak Türkiye, Arap Baharı’ndan önce de bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışırken aynı eleştiri ve yorumlarla karşılaşıyordu. “Kırılma” ifadesi de bu anlamda biraz popülist gibi duruyor. Yaşananları, büyük bir kırılmadan daha çok Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın kaygan zemininde hegemon güçler arasındaki çelişkilerden faydalanma zorunluluğu olarak yorumlamak daha doğru gibi. Dün bekasını korumak için ABD ile iyi ilişkilerin, bugün Rusya ve İran’la iyi ilişkilere evrilmesini de bir kırılma ve eksen kaymasıyla değil, olsa olsa coğrafyanın kaygan zemininde kendisine alan açmak olarak açıklayabiliriz. Türkiye, Fırat Kalkanı ile DAEŞ hedef alınırken, Zeytin Dalı ile de PKK/YPG’nin üzerine gidildi. Bu anlamda gerek Fırat Kalkanı gerekse Afrin başarısı, “Suriye’de kaybetti” denilen Türkiye’nin hâlâ aktif olduğu ve sahada “kaybetmeyen” olarak bulunduğunun göstergesi olarak yorumlandı. İşte bu yeni güvenlik konseptinin sınırlar içindeki karşılığı ise siyasal istikrarı sağlamak olarak öngörüldü. 16 Nisan referandumuyla eşiği atlanan siyasal dönüşümün kurumsallaştırılması ve Cumhurbaşkanlığı sistemiyle ülkeyi siyasal istikrar içinde ileriye taşıma amacı güdülüyordu. Yeni konseptin ideologlarına göre içe kapanmak, bu kazanımların tümünün kaybedilmesi anlamına da geliyordu. Bu son yorumlardan hareketle Bahçeli’nin çıkışını, “beka sorunu” oluşturacak unsurlara cevap olarak okumak da mümkün. Yani o, yerel seçimler ve sonuçlarını, “siyasal alanı, devleti ve Türkiye’nin dış politikadaki etkinliğini güçlendirecek ölçüde restore edecek yeniden yapılanma”nın devamı olarak görüyor.  

Editör: TE Bilisim