Bu mısra, Yunus Emre’ye ait. Aynı zamanda Haldun Taner’in 2016 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabının da adı. Bu kitapta tanınmış 50 kadar kişinin portresi yer alıyor. Hikâyeleri anlatılan 50 kişinin her birinin ortak bir özelliği var: Artık yaşamıyor oluşları. Ek olarak dört portre ise kişilere değil, bir gruba, bir vapura, bir pasaja ve bir dergiye ayrılmış. Haldun Taner, cümleleriyle portreleri çizerken onları yargılamıyor, yakın geçmişin renkli kişiliklerini anlatırken ne ise onu yazıyor. Eğmiyor, bükmüyor. Kitabı okurken aslında sanattan siyasete Türkiye’nin geride bıraktığı 100 yılı aşkın bir sürece de yakından tanıklık ediyorsunuz. Bir de tabii tanımadıklarımız da karşımıza çıkıyor. İşte belki beni en çok etkileyenler de o tanınmayanlar. Böyle birini bir kitapta bulduğumda mücevher bulmuş kadar seviniyorum. Bu anlarda aklıma hep Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” kitabındaki şu cümleleri geliyor: “Kuvay-ı Milliye çetelerinin başında kahramanlar da haydutlar da sahtekârlar da bulunmuştur.  Kahramanlardan pek çoğunun adı unutulmuştur. Bunlar görevlerini bitirince yuvalarına çekilmişler,  zaferden sonra da ne edebiyattan ne devletten hizmetlerinin ödenmesini istememişlerdir.” “Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil” isimli kitapta böyle okuduktan sonra kalakaldığım, uzaklara daldığım onlarca ismin hikâyesiyle karşılaştım. Hele bir tanesi vardı ki burnumun direği sızladı. Son cümlesine geldiğimde ağlamamak için kendimi zor tuttum. “Güneş Ufuktan Daha Doğmadan” başlıklı sayfa 71-77 arasına sığdırılan bu portreyi, kitabı da mutlaka alıp okumanızı önererek özetleyim: “Tarihin gidişine damga vuran kişiler öbürkülerden başka, bambaşka cinsten insanlardır. Bir toplumsal bunalım, bir ulusal felaket, bir dönüm noktası, o zamana kadar kendi köşelerinde sessiz, sakin, isimsiz yaşayan bu insanları alır, o zamana kadar hiç düşünmedikleri bir misyonun öncüsü yapıverir. Kurmay Albay İbrahim Muhiddin Bey’in oğlu Ahmet Selahattin’in de günün birinde böyle bir misyon üstleneceğini ilkin umduran bir yaşamı yoktur. Alçakgönüllü, ihtirassız, tokgözlü, çalışkan, öğrencilerini ve Darülfünun’u (üniversiteyi) çok seven genç bir profesördür. Hukuk-i düvel (devletlerarası hukuk) alanında uzmanlığı herkesçe kabul edilmekte, uluslararası kongrelerde bildirileri takdir kazanmaktadır. Otuz üç yaşında bu kürsünün başına geçen Ahmet Selahattin, üniversitenin en genç profesörüdür. Evinde mutludur. Dekan olarak Batılı benzerleri seviyesine çıkarmaya çalıştığı fakültesinde mutludur. Bir çocuk babası olmak üzere olan evli bir öğrencisi, hocasına parasızlığından yakınınca, Ahmet Selahattin hemen askıdan biricik paltosunu alıp ona verir: ‘Götür bunu hemen bitpazarında sat, yarısını kendin al, yarısını da bana getir’ der. Birinci Dünya Savaşı yenilgi ile bitip de emperyalist düşmanlar akbabalar misali Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya kalktığı zaman, baştakiler biraz celadet gösterebilseler, yurdun çoğu aydınları manda ve himaye cereyanlarını tek çözüm yolu saymasalar, içlerinden biri çıkıp da Türkiye’nin istiklalini ve yaşama hakkını Batılıların anlayacağı bir bilim, bir hukuk, bir sağduyu dili ile ele güne anlatabilse, Kurmay Albay İbrahim Muhiddin Bey’in oğlu Ahmet Selahattin belki de kişisel yazgısının, dünyaya asıl geliş nedeninin, tarihi misyonunun farkında bile olmadan yaşamını evi ile üniversite arasında dokumaya devam edecektir. Yunan’ın İzmir’e çıktığı günkü Fatih Mitingi’ni hazırlayanların başındadır. Kürsüdedir. Boğaz sularında müttefik donanması demirlemiş, durmaktadır. Son padişah Vahdettin, Saray’da bir Şûrayı Saltanat toplamak gereği duyduğu zaman Darülfünun temsilcisi olarak oraya çağrılan Ahmet Selahattin yanaklarını al al eden o güzel coşkusu ile ‘Şûrayı Saltanat zamanı geçmiştir. Şimdi zaman Şûrayı Millet toplama zamanıdır’ diye haykırır. İşgal polisi büyük yurtseverin peşindedir. Sık sık Bebek’teki evine gelir, onu ararlar. Ahmet Selahattin gafil avlanmamak için tabanca taşımakta, geceleri de Bebek bahçesine gelip uzaktan evinin balkonuna bakmaktadır. Eşinin balkona asacağı çamaşırların parolasından İngiliz polisinin o gün kendini evde arayıp aramadığını ve civarda nöbet tutup tutmadığını anlar. Özenle yetiştirdiği dokuz yüz öğrencisinin Çanakkale’de, Sarıkamış’ta canlarını yurda feda etmiş olması, Ahmet Selahattin’in en büyük üzüntüsüdür. Geçirdiği ikinci bir kalp krizinden sonra hâlâ yatağına kalem kâğıt alıp, yeni makale yazdığını görünce, dostu ve doktoru Prof. Dr. Akil Muhtar’ın ‘Allah’ını seversen istirahat et, durumun ciddi, Selahattin Bey. Yazarsan ölürsün’ uyarısı üzerine, ‘Memleketin bu durumunda, asıl yazmazsam ölürüm’ der. Ahmet Selahattin, Kurtuluş Savaşı’nı ve zaferi görmeden gözlerini dünyaya kapar. Öldüğünde kırk iki yaşındadır ve cebinden yalnızca yetmiş beş kuruş çıkmıştır. Bütün bu ayrıntıları nereden mi biliyorum? Kendisi babamdır da ondan…”  

Editör: TE Bilisim