Ankara’nın soğuklarının iliklere kadar işlediği günlerdeyiz. “Zemheri de uzadıkça uzadı…” Bu soğuk günlerde AVM’ler ve kafelerden başka sığınacak yerler de var. Hoş, Ankara’da artık pek saatlerce zaman geçireceğiniz kitapçı kalmadı ama sahafların sayısı hiç de azımsanmayacak oranda. Sahaf gezmenin en güzel yanlarından biri belki de zamanında gözünüzden kaçan ya da bestseller furyasında geride kalan kitaplara uzanabilmeniz. Ben de bu soğuk günlerde sahafların kapılarını çaldım. Karşıma, 2007’de yayımlanan iki kitap çıktı. Körfez Savaşı’nın üzerinden uzun zaman geçse de hâlâ çığlıkların, hüzünleri bastırdığı haberler gelmeye devam ediyor. Bölgeyle ilgili yayımlanan kitaplar ise genel olarak Irak’taki politik durumu anlatıyor. Ya hissedilenler? Bir şairin, romancının, müzisyenin ya da ressamın gözüyle olup bitenler? Gelelim o zaman iki kitabımızdan ilkine. Bu kitap, Fransız kitap dergisi Lire’in, 2006 yılında Avrupa’da basılan en iyi kitap olarak seçtiği “Bağdat’ın Sirenleri”... Yasmina Khadra, Bağdat’ın Sirenleri’nde çığlıkları sözcüklere dönüştürerek, okurun yüreğine şöyle sesleniyor: “Oyun başladı, yazgı yazıldı. Babam sırtüstü düştü, yoksul fanilası yüzüne kapanmıştı;  zayıf karnı, ölü balık karnı gibi griydi... Ailenin onuru yerlerde sürünürken, görmemem gereken şeyi onurlu, saygıdeğer bir oğlun, eski bir Bedevi’nin asla görmemesi gereken şeyi gördüm. O gevşemiş, pörsümüş, alçaltıcı şeyi gördüm; yasak, tabu alanı: Babamın penisi... Söylenecek söz kalmadı artık! Gerisi hiçlik, sonsuz bir boşluk, bitmeyen bir düşüş, yokluk...” Parthenope’dan Bağdat’a Efsanelere göre sirenler büyülü şarkıları ile gemicileri etkisi altına alan ve gemilerinin kayalıklara çarpıp batmasına sebep olan perilerdir. Parthenope ise Odysseia efsanesinde adı geçen sirendir. Odysseus çok zeki bir adamdır. Sirenlerin tehlikeli olduğunu bilir. Bu yüzden tüm gemi mürettebatının kulaklarını balmumundan tıkaçlarla tıkar. Ama sirenlerin şarkılarını da merak etmektedir. Daha önce sirenlerin şarkılarını dinleyip de yaşamayı başaran bir insanoğlu olmamıştır. Bu yüzden kendisini geminin direğine bağlatır. Doya doya şarkıyı dinleyebilmek ama kendisinin ve adamlarının ölümüne sebep olmamak için. Parthenope usul usul gemiye yaklaşıp şarkısını söylemeye başlar. Ama gemi rotasından çıkmadan yoluna devam eder. Bu sırada gemicilerin kulaklarını tıkadığını fark eder. Üstelik direkte, onu büyük bir zevkle dinleyen bağlanmış bir adam görür. Bu Parthenope’u çok öfkelendirir. Nasıl olur da bir insanoğlu ondan daha zeki olup onu bu kadar aşağılayabilir? Kendisini denize atıp gururundan intihar eder. Belki de Khadra’nın Bağdat’ının ambulans ve polis sirenleri ile Odysseia’daki mitolojik sirenler aynı şarkıları söylüyorlar. Bir solukta okunan kitapta aslında bunun işaretleri de veriliyor. Kitabın kahramanı ve müzisyen kuzeni arasında geçen diyalog şöyle: “Batılılar bizim müzi­ğimizi anlayabilse, bizim şarkımızı dinleyebilse, sitaralarımızdan nabız seslerimizi, kemanlarımızdan ruhumuzu fark ede­bilse, bunu yapabilse –ki bu ancak bir prelüt aralığı kadardır– Sabah Fahri’nin ya da Vadii Es-Safi’nin sesine, Abdülvahab’ın ebedi nefesine, İsmahan’ın çağrısına, Uk Kalsum’un yüksek oktavlı sesine ulaşabilse; bizim evrenimize girebilse, en son teknolojisinden, uydularından ve armadaların­dan vazgeçerek bizim sanatımızı sonuna kadar izlerlerdi sanı­rım...” Kitaba adını veren şarkının adı, Bağdat’ın Sirenleri! Dededen kalma bir lavtadan dökülen notalar: “Lavta, Doğu orkestralarının kralı, müzik aletlerinin en soylusu ve en eskisi, ilahlar katında virtüözler yetiştirmiş ve kaçakçı batakhanelerini Olimpos’a çevirmişti. Bu lavtanın başından geçenleri biliyordum; 1940’larda, Beyrut, Şam, Amman’ı fethetmeden ve Maşrek ile Mağrip’in ef­sa­nesi olmadan önce, Kahirelilere mutluluk veren, kendisi de eşsiz bir müzisyen olan Kadem’in büyükbabası yapmıştı bunu. Kadem’in büyükbabası prensesler ve sultanlar, reisler ve tiran­lar için çalmış, kadınları, çocukları, metresleri, sevgilileri bü­yülemişti. Zengin Arap ailelerinde binlerce karı koca kavgasına neden olduğu anlatılırdı. Zaten İskenderiye’de 1950 sonlarına doğru o dönemin en gözde kulübü Kleopatra’da çalarken, kıs­kanç bir kaptan kafasına beş kurşun sıkmıştı...” Kitabın finalini ise herkes kendince yorumlayacak. Çığlıkları duymamak için kimimiz kulaklarımıza balmumu dökerken, kimimiz kendimizi direğe bağlayıp sirenlerin şarkılarını dinliyoruz. Paul Simone’ın “The Boxser” şarkısındaki şu sözler gibi durum aslında: “Bunca gürültü sağanağı altında, duymak istediğini duyar insan. Boş ver gerisini…” Yarın sıradaki kitabımız, “Saldırı”...

Editör: TE Bilisim