Yaşadığım, gittiğim her yerde özleyip dönüşünü sevdiğim şehre olan borcumu düşünerek bu ayki altı yazımı, “kitaplardaki Ankara’ya” ayırdım. Bugün altıncı yazımda Ankara’yı, Refik Halid Karay’dan dinleyeceğiz. İnkılâp Yayınevi son yıllarda Refik Halid Karay’ın eserlerini arka arkaya yayımlıyor. Üzülerek söylemek gerekiyor ki gençler onu tanımıyor, kaleminin gücünü bilmiyor. Aslında Refik Halid’i tanımak için bugün bile geç değil. Öyle nezih, öyle kıvrak bir kalemdir ki okurken kitap bitmesin, hikâyeleri devam etsin dersiniz. Daha ilk cümlesiyle sanki kitabın içinden çıkar ve sizi kucaklamaya başlar.  Uzaklara daldırır, düşündürür. Refik Halid Karay'ın İnkılap Yayınları'ndan çıkan "Memleket Yazıları" serisinin ikinci kitabı "Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu'da". Bu kitapta Karay'ın, Anadolu'daki izlenimleri yer alıyor. O tarihte Yeni İstanbul gazetesinde yazan Karay, 1950 yılındaki genel seçimlere sayılı günler kala yola koyuluyor. Kitabın adının, "Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu'da" olmasının sebebi de bu yola koyuluşla ilgili. Çünkü Karay 1908’de gezdiği bölgeleri bu kez 1950’de yeniden geziyor ve hem seçimlerle ilgili izlenimlerini aktarıyor hem de aradan geçen kırk yılda Anadolu’daki durumu karşılaştırıyor. Ankara, bu gezilerin dönüş yolu üzerindeki son duraklarından biri. 4 Ağustos 1950’de İskenderun’dan Ankara’ya oradan Abant, Bolu, İstanbul diye sonlanıyor gezisi. İskenderun dönüşünü 214. sayfadan başlayarak şöyle anlatır: “Ankara’ya yaklaşıyoruz. Trenimiz öyle dar kavisler çizerek bir dağa tırmanıyor ki başımızı uzatınca bütün vagonları lokomotifle beraber seyrediyoruz. Nereye vardığımız sordum. Kılıçlar’da imişiz. Az sonra da Yahşihan. Geçmiş yıllar yine geriye tepti: Birinci Cihan Harbi’nin ortasında idi, aynı mevsimde. Bir iş için geldiğim Ankara’dan Çorum’a dönüyordum; tabii çift at koşulu bir yaylı araba ile… O dağa tırmanırken hayvanlar zorluk çekmesin diye arabacı da ben de yürümüştük; çıkış öyle uzun sürmüştü ki… (…) Tren Kayaş’a geldi. Söğütlü Deresi’ni görmeyeli şöyle böyle otuz dört seneye yakın. Bahsettiğim devirde Kayaş, şimdiki gibi Ankara’nın banliyösü değildi; tek-ü-tenha fakat yine de güzel bir yerdi. Çorum gelişi burada erik yerken ön dişimin birini kırmıştım; dereye düşmüştü, kan başıma çıkmıştı. Zira Ankara’da dişçi bulacağım şüpheliydi; hele yapma diş bulmak –harp zamanında idik – daha güçtü. Bereket ikisini de buldum. (…) Hür seçimle mebus çıkmış insanlardan mürekkep ilk millet meclisinin açılısı sırası devlet merkezinde hazır bulunmak yalnız hayatımın mahdut çerçevesi içinde sayılı bir gün olmakla kalmaz; manası daha şümullüdür ve neticesi kestirilememekle beraber muhakkak ki tarihten bir hatıradır. (…) Peki, kırk sene evvelki Ankara’yı anlatmayacak mıyım? Bunu, galiba 1939 yılında yazmış ve gazetede sıra makale olarak neşrettikten sonra ‘Deli’ ismindeki kitabıma da sokturmuştum. Birinci Dünya Harbi’ndeki Ankara, Ankara’nın günlerce süren büyük yangını, hepsi o eserde bir bir yazılıdır. Şu kadarını söyleyeyim ki bu defaki seyahatimde uğradığım şehir ve kasabalardan bir tanesi bile 1916 Ankarası kadar ikamete gayri salih değildi!” Refik Halid Karay’ın Ankara anlatısı elbette burada bitmiyor. İnkılap Yayınları'ndan çıkan "Memleket Yazıları" serisinin ikinci kitabı "Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu'da"yı bir an evvel edinmeli ve Türkiye’nin nereden nereye geldiğini görmelisiniz…

Editör: TE Bilisim