Dün 4 Şubat ‘’Dünya Kanser Günü’ydü’’. Sadece bir gün olmaktan öte bilinç ve farkındalık düzeyimizi koruyacağımız, erken teşhisin hayat kurtardığına dair inancımızın artacağı bir gün olarak hatırlandı. Kanser gün geçtikçe azalmak yerine artmaya devam ediyor. Bunda soluduğumuz havanın, yediğimiz, içtiğimiz hatta üstümüze giydiğimiz şeylerin bile etkisinin olduğunu düşünmekteyim. Eskiden sebze ve meyvelerde hormon, içtiğimiz meyve sularında katkı maddesi mi vardı(!) Bunların artmasıyla birlikte kanserde de doğru orantılı olarak bir artış söz konusu oldu. Akıllı telefonlarımızı da eklemeden geçemeyeceğim. Her zaman yanı başımızda duran, yatakta bile uyurken  yastığımızın altından eksik etmediğimiz o akıllı mı akıllı cep telefonları aslında bize en büyük kötülüğü yapıyor. Yoğun radyasyon önce hücrelerimizi en son da bedenimizi ele geçiriyor. 4 Şubat Dünya Kanser Günü sebebiyle bir röportaja gittim. Röportaj esnasında Doç. Dr. Umut Demirci’nin söylediği bir şeye özellikle dikkat çekmek isterim. Demirci, ‘’2018 için yaklaşık 18 milyon kanser tanısı beklenirken bu oran 2040 yılında 30 milyon olarak beklenmekte. Çok dramatik bir artış söz konusu’’ ifadesini kullanırken hayretler içinde kaldım. Doktorun değindiği gibi hakikaten çok dramatik bir artış söz konusu. ‘’Dünya Sağlık Örgütü verilerine göreyse  2030 yılında insan ölümlerinin en sık nedeni kansere bağlı ölümler olacakmış. Veriler 2030 yılında kansere yakalanan insan sayısını 24 milyon, kanser nedeniyle ölen insan sayısını 17 milyon, kanserle yaşayan insan sayısını ise 75 milyon olarak öngörmektedir.’’ Şu tabloda yapılacaklar belli… Yediğimize içtiğimize dikkat etmek, işlenmiş, kanserojen ve hazır gıdalar tüketmemeye gayret etmek, elimizden düşürmediğimiz akıllı telefonlarla aramıza biraz da olsa mesafe koymak, sıkıntı ve stres yaşamımıza neden olan olayları ve insanları geride bırakmak... Geride bırakamadığın her olay, her insan bedeninde, ruhunda onarılması güç derin izler bırakıyor. Vücudumuz bir anlamda sinyal veriyor. ‘’ Bana zarar verme aşamasındasın, işler iyi gitmiyor’’ diyor. Anlamamakta direniyoruz, kendi bildiğimizi okuyup ultra düzeyde sıkıntı, stres yaşamaya devam ediyoruz. En sonunda da vücut ‘’stop’’ ediyor. İnsanın her türlü fiziksel ve ruhsal yaşantısını araba –yakıt-yol üçlüsüne benzetirim. Bir yol var önümüzde(yaşantımız) direksiyon elimizde sapmadan son hız gideriz. Bazen o yolda sabrımızı, irademizi, gücümüzü sınarız. Hayat enerjimiz de arabanın yakıtı gibidir. Bazen o yol uğrunda o kadar çok gaza basarız ki fren devreden çıkar bir o yana bir bu yana savruluruz en sonunda yakıtta biter. O uzun yolda tek başına kalakalırız. Bu yüzden sıkıntıda olduğum zamanlar hep bunu hatırlatırım kendime ruhun da bedeninde bir yakıtı var önemli olan bu yakıtı doğru kullanabilmek. Bunları başarabildiğim zaman önce ruhum sonra da bedenim birbiriyle dengede olabiliyor. O denge bozulduğu zaman da hastalıklar baş gösteriyor. Sahiden de hayat bir dengede kalma savaşı değil midir sizce?

Editör: TE Bilisim